31 Mayıs 2014 Cumartesi

WINNER TAKES IT ALL












http://www.dailymotion.com/video/xnedm9_the-winner-takes-it-all-part-2-from-mamma-mia-2008_shortfilms?from_related=related.page.int.meta2-only.2d8b68f0afb4a10c2df0c4c3bb55f762140152180


30 Mayıs 2014 Cuma

ALICE NE YAPTI?



Gece oldu, gündüz oldu
ses yok.
Alice uğuldayan kulağını toprağa dayadı,
orada bir soluk aradı.
Göğe,
Duvarlara,
insanlara,
ve aklına gelen her yere yasladı kulağını,
ses soluk yok..

Yelken direklerinde suyun,
Dipsiz kuyularda, ağaç gölgelerinde rüzgarın sesini dinledi.
Aradığına en yakın namelerle yüreğini eyledi.

Elinde kalbi, öylece durdu,
kaldırımda kan sesi buldu.
Yerinden söküp alana saygı duydu.
Rüyalarında öptü,
Gömdü.

Alice o gece ışığa yürüdü.




27 Mayıs 2014 Salı

KIRKBİRİMDE YİRMİLİK DİŞİM DIŞTAN PIRIL, İÇTEN ÇÜRÜK İSE VE BEN GECE YARISI UYANIYOR, BU NE ZONKLAMA DİYORSAM SEBEBİ BUDUR:

Diş sorunları: (Uzun süreli kararsızlık. Karar vermek için düşünceleri analiz edememe.)
Doğruluk ilkesinden şaşmadan kararlarımı veriyorum. Doğru kararlar verdiğimin güvencesi içindeyim.

Dişeti kanamaları: (Hayatta aldığımız kararlardan haz duymama.)
Aldığım kararların doğruluğuna güveniyorum. Huzurluyum.

Dişeti sorunları: (Kararları kesinleştirememek, hayat karşısında güçsüzlük.)
Kararlı bir insanım. Kendimi sevgiyle destekliyorum ve kararlarımı uyguluyorum.

Diş rahatsızlıkları – Kök kanalı : (Uzun süren kararsızlık. Fikirleri analiz edip kararlar verme konusunda yetersizlik.) Kararlarımı doğru prensiplere dayanarak veririm ve hayatımda yalnızca doğru eylemin gerçekleştiğini bilerek güvenle beklerim.

26 Mayıs 2014 Pazartesi

DENİZDE ÖLÜ DALGA, SAÇLARDA BUKLE, KALPLERDE BURKULMA.

Dün gece rüyamda bir yelkenli kullanıyordum. Fakat on bir saat yol yapınca bir ara uyuyakalmışım.. Gözümü açtığımda marinadaydım ve iskeleye bindirmek üzereydim! Son dakikada kurtuldum.
Rüya bana artık dümene geçmem gerektiği söyledi sanırım. Yanlış duymadıysam " mandarı bırak, direkten in, dümeni tut" dedi birisi.

Ve fakat sular hiç olmadığı kadar çalkantılı. İç deniz, dış deniz iç içe geçmiş... Uzaktan geçen takaların, geçmişten gelen şileplerin, tankerlerin dalgası kah sağdan, kah soldan vurmakta şakaklarıma.. Yine de hiç olmadığı kadar umut var. Londra hiç olmadığı kadar yakın.

Hayat olaylar, rüyalar ve esrimelerle anlattıkları bir potada erirken, zaman saatlerin kadranından kaçmış, çocuklar büyümüş, saçlar beyazlamış.. 
Araf, araf olalı böyle şey görmemiş:)

17 Mayıs 2014 Cumartesi

CUMA PAZARI: PİPİSİZLERİN İBADETHANESİ!

Bu yazının Cuma'ya yetişmesi gerekiyordu ama fakat takdir edersiniz ki önce bi sindirmek, hazmetmek lazım:) Cuma mübarek bir gün, ha dediğinde yazıya dökülmez ki canım!

Dün sabah yoldayım, kuzenim aradı: "günaydın ne var ne yok? " cevap: "ne olsun canım, Cuma'ya gidyorum:)" 
karşıdan cevap: " ne? " 
Benden cevap: " Cuma pazarı kuzen, kumaş falan alıcam"

Telefon kapanır Melike Hanım'la birlikte pazara girilir. Ta ta!; İşte kumaş, kadın ve eski püskü cenneti!

Efendim Salı Pazarı değerli eşimden boşandığım yıllarda bana rehabilitasyon merkezi olmuştu. Arkadaşlarımın gösterdiği istikamette ilerler ve o zamanlar güzel ülkemizde henüz mağaza açmamış olan H&M gibi nadide(!), pek kaliteli ve eğlenceli markaların penye ürünlerini toplar eve gelirdim. Sadece kendime değil, anama, kardeşime, arkadaşlarıma da hoşlarına gideceğini düşündüğüm ne var ne yoksa alırdım. 
Pazara gitmek şahanedir. Nasıl milyon dolarlık ablalarımız, teyzelerimiz eşlerinin ayakkabı kutularına koydukları yeşil renkteki cep harçlıklarıyla Londra senin, Paris benim alışverişe doyuyorlarsa, ben ve bana benzer sosyo-ekonomik sınıfın kadınları da koşarak Salı, Perşembe ve elbette Cuma pazarına gideriz:)) Tek fark biz TL ile hatta hafta içi oradan buradan artmış bozukluklarla alışveriş yaparız. Zira en pahalı parça 5 TL olup, fazlasını asla vermeyiz.

Neyse, Cuma'ya dönersek şöyle söylemeliyim gerçekten eğlendim. Bir kere Melike kafa kız, birlikte pazara gidilesi bir insan olduğu için onunla ister sebze, ister kumaş bakalım olaylar ardımızı asla bırakmıyor! Olaylar dediysem komik olaylar tabii.

Bu haftanın kahramanı sanırım bendim zira kumaşlar arasında coşup oynarken, ne yapıp edip arada yeni evim için antika bir kahvaltı seti bulmayı bile başardım! Henüz kapısı, çatısı belli olmayan yuvamın şimdiden eşyaları hazır desem? 
Neyse, kahvaltı takımımın bir iki kapağı kırılmış ama toplam fiyatı 5 TL. Dedim ya fazlasını asla vermem:) Bu nadide parçaları çantama sokuşturduktan sonra Melike bacımla birlikte kendimizi teyzelerin arasına yerleştirmeyi becerdik ve eşelenmeye başladığımız noktadan gayet de güzel parçalar bularak bir sonraki durağımıza zafer adımlarıyla yürüdük. Orada da bir iki parçayı çantaya koyduktan sonra pazarda sakallı, orta yaşlı ve yakışıklı kumaşçı aramaya koyulduk. Bi tane gördüm ama yakışıklılığı tatmin etmedi. Aslında asıl konu şu ki, kot kumaş satıyor olmalıydı. Ve buldum!
( Fotoğraftaki beyefendiye şalvar ve kareli gömlek giydirin, fondaki dağların yerine de kumaş yığınları koyun, işte size bizim pazarcı amca! )

Biz kumaşlara bakarken adamımız tezgahını düzenliyordu. Aradığımızı bulamadığımızı görünce yanımıza geldi ve sohbet başladı: "Biz, sizin tezgahı arıyorduk, orta yaşlarda sakallı bir bey diye tarif etmişlerdi de, nihayet bulduk! "dedim. Adam: "Orta yaşlı mı elli yaşındayım ben!" dedi. Benden cavap: " Orta yaş işte canım, daha gençsiniz!" ( ne oluyor yaw, pazarcıya mı yazdım ben şimdi!?:))
Ve adam yanımıza gelir, gerekli parçaları benim ama sadece benim için seçer. Kendimi özel hissedeyim diye olsa gerek "Siz gidince bunları kaldırırım ben, önce şunlar satılsın " der.. Neyse, o arada bir kadın gelir, beni ancak iki parçanın sardığı kumaştan tek parça alır, ben de tutamam kendimi ve "ne güzel, inceciksiniz, size bir parça yetti!" derim. Tam o anda kumaşçıyla göz göze geliriz ve gülümser. Amma ne aleni bir gülümsemek, o ne süzmek! Adam bildiğin süzdü beni ya! Kalk gidelim desem gelecek!

Tezgahtan uzaklaşınca Melike bacıma sordum: "ben pazarcıyla flört mü ettim?" Melike'den cevap: "Evet!"
Yola devam:))

Efendim meğer biz pazara yanlış yönden girmişiz. Asıl macera sol taraftaymış. Neyse ki paramız azaldı da, hız kestik! Biraz daha eşelendikten sonra artık oturmak için bir yer arayan gözlerimize leş gibi bir kahvehane bulduk. Ben oturup sağı solu keserken, Melike bir şövalye nezaketiyle bana gözleme almaya gitti. O, hayatımın en yağlı gözlemesi ve en ılık koka kolası ile dönene kadar ben de etraftaki kadın cinsini inceledim. Elbette sosyolog değilim ama bakın neler buldum:

Biz kadınlar pazara sadece çantalarımızı ve karnımızı  ( yiyecek satan tezgahlar da var:) doyurmaya gelmiyoruz. Asıl amacımız gündelik hayatın bize vermediklerini almak, aç ve sefil ruhlarımızı doyurmak. Zira tam karşımda kalçaları en az benimkiler kadar geniş olan teyze, yemek yerken öyle boş bakıyor ki, yediklerinin midesine değil, kalbine ve vajinasına gittiği besbeli! 
Toplumun yüzyıllardır türlü bahaneyle kendirden esirgediği kadınlığını ve insanlığını doyurmaya çalışıyor.
Ah be ablam bu iş Cuma'da ve gözlemeyle olmaz ki diyesim var ama keşin ilacı olsa başına sürer; sanki ben ne yapıyorum ki burada?

Neyse, pazar yeri kadınların legal mekanı. Kocana desen ki "hiç tadım yok bu aralar, akşam çıkıp azıcık dağıtayım, biraz barmenle çene çalıp, tanımadığım bir adamla bi kadeh içeyim de geleyim" Ne der acaba? Hiç mi ikinci sayfa diye bişi duymadın sen yahu? Vurur seni bacım, vurur alnının ortasından! En iyi ihtimalle bacağını kırar! Değil bara, aylarca karşı komşuya gidemezsin!
Oysa pazar öyle mi ya. Ev ekonomisi yapacaz orada; beyimize gömleklik, eve nevresimlik seçeceğiz. Arada pazarcı ile fingirdediysek ne var canım bunda, ticaret işte! Eli elime değmedi vallahi:))

Çantalardaki kumaşlar, midelerdeki hamurlar bahane. Pazarcılar kadın ruhundan anlıyor. Kadınlar en vahşi halleriyle, satılan malların arasında eşelenirken, o ince bakışmalar, az parayla bolca alınabilen ürünler ruhları tıka basa doyuruyor! Cuma pazarı pipisizlerin ibadet yeri! 
Beyler camiiye, hanımlar pazara! Bütün ibadetler ruh için değil mi? Al sana ibadet!

14 Mayıs 2014 Çarşamba

GEÇ KALAN ADAM AHMET HAMDİ TANPINAR

Aylar önce aldığım, kendime geç kalmışlığım bir kez daha bumerang gibi gelip çarptığında nihayet raftan indirip okumaya başladığım kitap: Geç Kalan Adam...

Aklınız Doğu- Batı meselesine takılmış, ruhunuz geçmiş-gelecek hesaplaşmasına öfkelenmiş ve bedeniniz hayatla didişmeye fazla zaman ayırmaya başlamışsa bu kitabı okumanın tam vaktidir.

Buralarda, bizim şu an, tam da üzerine bastığımız topraklarda bir zamanlar edebiyat konuşan, edebiyat soluyan ve hatta tepeden tırnağa edebiyat olan insanların yaşadığını bilmek insanın ısınan ve hatta kora dönüşen kalbine su serpiyor. Bugün, burnumuza dayatılan her şeyden şiddetle tiksinirken, birkaç on yılla ne rakı sofraları, ne dost sohbetleri kaçırdığımı düşünerek kederleniyorum... İçelim Burhan Bey!

Çok geç keşfettiğim Fikret Mualla ile yine çok geç okuduğum Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ezber bozan ruh tanışıklıkları, bana hiç ait olmadığımı zannettiğim dünyanın, zamanı hiçe sayan azası olduğumu hissettiriyor. Bu ne ego derseniz, tevazu uzun bir tatilde derim.

Kitabı altını çizmeyeyim ki, tekrar okuduğumda tadım kaçması diye elime kalem almayarak, Adalet Cimcoz Hanımefendi'nin kıyafetlerini, Narmanlı Han'ın sanata boyanmış günlerini düşleyerek okuyorum. Okuyorum. Okuyorum. Yoksa yaşıyor muyum?

Yıllar geçtikçe nasıl da babamın kokusunu takip ettiğimi ve bunu hiç farkına varmadan yaptığımı görüyorum. Bize bırakılanlar sadece kaş göz değil, ebeveyn dediğin iyisi ve kötüsüyle ruhuna maya çalıyor insanın; baban gibi ağlıyor, annen gibi gülüyorsun...

Narmanlı Han, çocukluğumun cennetidir. Ard arda iki kitapta ( Romancı, Hakan Yaman'ın son kitabı olup, tavsiye ederim ) karşıma çıkmasını tesadüfe yoramadım. İçimden, benim de orada anılarım var, babamın dükkanı, o kocaman pembe yatak ve şaha kalkmış at heykeli hakkında yazmalıyım dedim. Noter bahçesinde oyunlar, girişteki dükkandan alına  takılar, Aliye Hanım'ın odasına bakarak hayale dalmalar... Ve yıllar sonra "demek oralarda Ahmet Hamdi de nefes almış öyle mi...." diyerek şaşırıp kalmalar.

Yazmaya geç kalmak, ruh tembelliği zannımca...  
Geç Kalan Adam tüm geç kalmışlara ve edebiyat severlere, hatta tarih ve İstanbul severlere, üstüne üstlük Batıya öykünüp kendi hikayesini dinlemeyi atlayanlara şiddetle önerilir.

13 Mayıs 2014 Salı

HAKLISIN GUGUKKUŞU ASLINDA BÜTÜN İSTEDİĞİM SULARIN DURULMASI VE DİBİ GÖREBİLMEK...


Hayatım parmağımdan kayıp gitmiş bir yüzük. Sanki plajda geçirilen güzel bir günde, denizde kaybettim onu. Öylece, ansızın kaydı parmağımdan. Dolandım, dolandım, bulamadım... Kumlar kalktı, görüş alanım azaldı, yüzüğüm yok. Hayatım yok. 
Sonra başkalarının kaybettiklerini aramaya başladım; onların kovaları, kürekleri, mayoları, küpeleri, rüzgara kapılıp uçan topları... Derken, derin sulara gelip hayatın kıyısından uzaklaştım!
 Yönümü, iç yurdumu yitirdim. Yazarak, sadece yazarak su üzerinde durmayı öğrendim. Ölümü yazdım, doğumu yazdım. Ama hiçbir zaman aradaki süreyi yazamadım... Hayatı yazdıysam da, hayatımı yazamadım.

Depresyon dileğim, aslında durma dileğim. Gugukkuşu, haklısın; nicedir durmak istiyorum. Durmadan yüzüğümü bulamam. Durup aramam lazım. Bulup parmağıma takmam lazım.

Bu yaz, suların durulmasını, hayatın bana dönmesini ve zamanı gelene kadar da bende kalmasını diliyorum...


*Fotoğraf Ahmet ER

12 Mayıs 2014 Pazartesi

ÖLÜM

Ölüm geldiğinde hala kızgın ve öfkeli mi olacağım bilmiyorum. Uzaktan, yakından sevdiğim kim varsa silip süpürmeye başladı sanki. Akıllanmazsan bunu da alacağım der gibi dik dik yüzüme bakmasından sıkıldım. Olmuyor işte; akıllanamıyorum! Ne yapacaksın? Orağını sokup kalbimimi çıkartacaksın?
Ah ne iyi olur! Onun hala oralarda bir yerlerde olduğunu bir görsem, ah bir görsem de öyle ölsem!
Zurnanın son deliğindeyim. Deliliğin eşiğinde. Pireleri, yorganları yakmanın kıyısında...Tam da olmamam gereken yerdeyim! Derin, uzun, sağlıklı bir yaz depresyonuna girsem ve ellerimi, ayaklarımı, hatta kafamı eklem yerlerinden kesip, bedenimi uzun uzun dinlendirsem... Şu dünyada bir kere de o depresyon denilen sarayın kapıları bana açılsa olmaz mı? Etrafımdakilerin önceliklerini siktir edip ben uzansam yumuşak yataklara.. Sabah ya da kşam farkı olmaksızın uyusam. Uyusam. Uyusam.. Sonra daha çok uyusam..

Gökhan Türe ölmüş. Bizim gençliğimizin sualtı prenslerinden, çalışmalarını izlerken kalbimizi hoplatan abilerden Gökhan Türe ölmüş. Zamansız, amansız bir hastalığa yakalanmış. Şimdi istediği kadar uyuyacak. İstediği kadar... Üstelik rüyalarla bölünmeyen bir uykusu olacak. Bütün uyuyamayanlar onu kıskanacak! Bütün yaşayamayanlar onu kıskanacak.

Güzel bir hayat yaşayamayanlar, kendilerini güzel bir hayata layık görmeyenlerdir sadece. Yaşadığı hayatın başlı başına güzellik olduğunu görmeyenler ise kalbi doğuştan sevgiye kapalı olanlardır.

O zaman ölüm nedir? Zaman kimdir? 
Senden korkan senin gibi olsun!

*fotoğraftaki kadın şahsen tanımadığım ama çok değerli bir çocukluk arkadaşımın aile büyüğüdür..

11 Mayıs 2014 Pazar

KUSMAK

Kusmak istiyorum. Sanki zehirli bir ot yemişim de, onu kusmazsam tez zamanda ölecekmişim gibi, hemen, şimdi, şuracıkta! İçim bulanıyor, başım dönüyor. Muhtemelen kollesterolden olsa gerek ancak, ben buna iç deniz bulantısı diyorum. Sorular soruyorum kalbime, bana cevabını rüyamda ver diyorum; veriyor! Cevabı sevmeyip meditasyon anında tekrar soruyorum; veriyor, yine sevmiyorum. Ruhumun en derin yarası iyileşeceğine iltihap topluyor...
Yapmacık neşelerin, sanki sonsuzmuşcasına geçiştirilen saatlerin, elalem ne der diye yaşanan hayatların, müzmin mutsuzların, çıkışı görüp adım atamayan ayaklarımın ve daha pek çok şeyin üzerine kusmak istiyorum. Ancak böyle temizlenebilirmişim gibi geliyor.
Hep gülmek, ama kalbimle gülmek istiyorum. Kim olduğumu, neden kaçtığımı unutana kadar gidebildiğim en uzak ülkeye gitmek istiyorum. Seyahatler ruhumun uyku ilacı, sadece o zaman sakinleşiyorum.

Kusmak istiyorum; içimdeki tüm kırgınlıkları ve öfkeyi derin bir çukura tükürmekten gayrı arzum kalmadı...

10 Mayıs 2014 Cumartesi

GÖZLER KALBİN AYNASI....


Şeytan dürttü. Ekranda gösterilen alana ismini yazdım ve arattım... Gördüğüm manzaraya gücenemedim. Sadece bana yaptığının çok daha fazlasını kendine yapmış olduğunu hissettim! İçimden sormak geldi, kendini gerçekten masum, doğru olanı yapmış ve huzurlu hissediyor musun? Bırak mutlu olmayı, boşver aşkı meşki, seçiminin içinde rahat mısın? Ayakabılarının ve kıyafetinin rahat olduğu belli. Ama gözlerin öylesine huzursuz ki..Bakışların bomboş... Fotoğrafçın seni uyarmıyor mu?
Ölmeye yatmış gözler bunlar... Bana ilk kedimin bakışlarını hatırlatıyorsun. Onu veterinere yetiştirdiğimde son nefesini verirken bile elimi tırmalamıştı. Ne yapsın? Akrebin kurbağaya dediği gibi; huyu böyleydi kediciğin!

Her nerede olursan ol, neyi ya da kimi seçersen seç ama lütfen mutlu ol. Seiminle uzlaşma, barış! Gözlerinin feri geri gelsin. Görmesem de, bilmesem de içinin boşluğunu hissedebiliyorum. Hala somut başarılardan yardım umuyorsun, hala seni sen olduğun için değil bambaşka değerlerle benimseyen bir toplumdaki yerini önemsiyorsun. Ne zaman sokaktaki herhangi bir ağacın yaprağından daha önemli olmadığımızı anlayacaksın? Ne zaman başını kaldırıp gökyüzündeki yıldızları göreceksin? Bunun için ölmeyi mi bekliyorsun?

Söylesene bu yıl erguvanlara baktın mı? Onları gördün mü? Bir tek ağaca yaklaşıp kimin seni görüp görmediğini umursamadan çiçeklerini öptün mü?

Başarı egonu tatmin eder, ruhunu değil... Bütün dünya sana inansa da, sen kendine inansan da gözlerin yalnızlığını ele veriyor; içinde koskocaman bir boşluk var. Onu gör, oradan çık. Bana itiraf etmesen bile oradan çık!

8 Mayıs 2014 Perşembe

BUDAPEŞTE İZLENİMLERİM-I

Öncelikle gerçekten çok değişmiş. Sanırım bunu daha evvel de söylemiştim ama banyolarda çalışan personelden tutun da ( hala bir tane huysuz teyze var ve gişedeki kadın İngilizce konuşmak yerine ters ters bakıp elinize broşür sıkıştıtıyor:)), toplu taşımada kullanılan araçlara kadar her şey yenilenmiş. Şehre temizlik ve nizam gelmiş. Elbette turist sayısı da bu oranda artmış. Yine de ben pek turistik noktalarda dolanmadım, bu yüzden sağlıklı bir bilgi veremeyeceğim. Agi'nin bana gösterdiği dükkanlarda bakınmayı ve onunla günlük hayatı yaşamayı tercih ettim. İyi ki öyle yaptım, zira bana huzur verdi.

En sevdiğim şey eski Beyoğlu dükkanlarının benzerlerini orada görmek oldu. Hani bizim eski kumaşçılar, pastaneler, eldivenciler vardı ya.. onlar işte! Kapılar, pencereler ve içerideki insanların kıyafetleri o kadar güzeldi ki, gözlerim yaşardı.
Şu sosyetik kafeler açılmadan evvel ki pasta dükkanlarını anımsayanlar olmalı. Ya çok ucuz ve bol margarinli pastalar olurdu ya da Markiz gibi çocukluğumun kuyumcu dükkanları! Karaköy Baylan'ı kim hatırlar? Hafta sonu babamla tünele çıkarken gözüm hep orada kalırdı:)
Budapeşte bana zamanda yolculuk şansı tanıdı. Kah hüzünlendim, kah bu duyguyu yeniden hissettiğim için sevindim. Açıkcası bu defa kitap fuarına ve masaj eğitimine odaklanarak gitmiştim ve şehre dair özel bir beklentim de yoktu. Sanırım bu yüzden daha çok sevdim. Üçüncü günün sonunda "eyvah zaman hızlı geçiyor" diye mızıldanmaya başladım!
Bu vitrinleri hatırlar mısınız? Dükkan kapısının yanında, hafif dışarı çıkan ve en özel parçaların sergilendiği eski tip olanlar... Ah, bunlar beni bitirdi. Sadece içeride satılanları değil, dükkanlardaki kokuları, bende uyandırdığı anıları, her rengi, bütün gülümsemeleri ve bakışları kucaklayıp evime taşımak istedim!
Aklımı başımdan alan dükkanlardan biri de burası. Kırtasiye sevenlere önemle bildiriyorum ki bu dükkan için özel bir bütçe ayırınız. Çünkü gerçekten bir cennet! Düşünün ki çikolata ve kahve bütçemi buraya gömdüm ve arkama bakmadan çıktım! Başka ne diyebilirim ki!
Bu minicik dükkan aslında tam şehrin göbeğinde, bu yüzden kolaylıkla bulabilirsiniz. Tabii benim blogumu okuduğunuz için. Zira şehrin göbeğinde ama ara sokakta gizli:) İşte adres: http://www.bomoart.com/
İçeride tatlı bir kız çocuğu var. Güzel, güleryüzlü ve sabırlı. Günde benim gibi on müşteri gelse, insan delirir. Çünkü her detaya dokunmak ve oradan hiç ama hiç çıkmamak istedim. Yine debu genç hanım, sabrını ve güleryüzünü esirgemeden, nezaketle yardımcı oldu. detaylara girmeyeceğim, çünkü anlatılabilecek gibi değil. her ayrıntı incelikli ve estetik. Üstelik fonksiyonel ve kaliteli. Fiyatlar da bu değerlere uygun; ne çok ucuz, ne de haddinden fazla pahalı.
Buralarda dolanıyorsanız Paris Pasajı altındaki pastaneyi sakın atlamayın. Burası bir esnaf lokantası gibi: ye ve çık! Ama geleneksel lezzetler ve güzel bir kahve için uğramanızı, yıllara meydan okumuş dekorasyonunun tadını çıkartmanızı öneririm. Bizim Vefa Bozacısı ya da Sultanahmet Köftecisi gibi düşünün. Daha son yudumu yutmadan fincanınız gidiveriyor:)) Ama haklılar. Bence hiç sorun değil.
Fotoğrafta gördüğünüz üçlüyle orada tanıştım yani JEGBÜFE'de. Detayları ve dahasını merak ediyorsanız, azıcık bekleyin lütfen, en geç yarın bu güzel ülke hakkında yazmaya devam edeceğim. Özellikle romantik mekanlardan ve tarihinden bahsetmem lazım....

                                                                               devam edecek.....




6 Mayıs 2014 Salı

DİLEKLER...

Bu yıl bir dileğim yok. Yani dileğim yok derken, Hıdır'ın yapabileceği bir şey yok... Hepsini ben yapacağım! Daha doğrusu elimden gelenin en iyisini yapacağım...
Budapeşte hakkında hala yazmadıklarım var, farkındayım. Elbette zaman buldukça yazacağım. Nihayetinde bu sene kazıya gitmiyorum. Sadece yaz derslerim ve bol bol vaktim olacak.
Bol bol vaktim... Sahi, bol bol vaktimiz var mı bizim?
Aslında yok...
İnsanın bedeni anne rahmine düştüğü anda ölmeye başlıyor. Bu da demek oluyor ki, aslında şu bildiğimiz bedenin zamanı sınırsız değil.
Yaşarken de, bedenimi bırakıp giderken de ardımda güzel şeyler bırakmak istiyorum. Mutlu, neşeli anlar. Hakkı verilmiş bir hayat.. Bol kahkaha, belki birkaç hikaye.
Hıdrellez gecesinde gül ağacının altına gitmedim, ona dileklerimi sunmadım. Sadece her gece yaptığımı yaptım; gidip yattım. Sabah kalktığımda da her sabah yaptığımı yaptım, uyandım.
Ama uyandım!
Bu sene ben dileklerin ta kendisi oldum!
 
 

4 Mayıs 2014 Pazar

HOLİSTİK MASAJ

Uzun zamandır, belki de babamı kaybettiğim günden beri zaman zaman depreşen hırçınlığım, yıllar içinde yerini küskünlüğe ve bastırılarak yok sayılan bir öfkeye bırakmıştı. Hayal kırıklıkları, yaşamanın başlı başına bir anlamı olduğunu unutarak depresif ve karamsar geçirilen günler gitgide azalırken, buna sevinemiyordum. Çünkü aynı zamanda içimdeki boşluğun günden güne derinleşmesini izliyordum.

Dipsiz bir kuyudan aşağıya yuvarlanırken omuzlarım kasılıyor, belim ağrıyor, boğazım kilitleniyordu. Diş doktorum "dişlerinizi sıkmayın" dediğinde ve bir kılıf kullanmamı önerdiğinde "ben dişlerimi sıkmam ki" demiştim. Oysa aşınan diş minelerim beni yalanlıyordu! Kısacası başa çıkamadığım şeyleri sevgili Pelin'in söylediği gibi kutulara doldurup ensemdeki rafa yerleştiriyordum. Fena da gitmiyordum ya, taa ki biri gelip kutuları devirene kadar!

Olan olmuştu. Etrafa saçılan şeylerin çoğundan hoşlanmadım. Yine de bir süreç başlamıştı ve artık onu yok sayamazdım. Ardımda kalan hayat ve önümde uzaman arasında tam on yıl sıkışıp kaldım. O sürede yaşanan ilişkiler, alınan kararlar ve yapılan her iş zihnim ve bedenim tarafından halledildi. Ruhum, iki kat arasında kalan bir asansörde elektiriklerin gelmesini beklerken, hayat hızla akıp gitti...

Bedenim ve zihnim bu on yıl boyunca yollardaydı. Konya'dan ashrama, ashramdan asla başlanamayan bir doktora tezine, ev taşımalardan, imkansız hikayelere kadar pek çok şey oldu. En güzellerinden biri de kesinlikle yazmaya başlamaktı. Yazmak ruhum için yaptığım tek şeydi. Tabii zihnim tarafından ele geçirilmediği sürece... 
Bu süre zarfında tesadüf diye bir şey olmadığını, her yaşanmışlığın beni bir diğerine taşıdığını ve teslim olmak denilen şeyin aslında "bütünün hayrına olanı" dilemekten gayrı mana taşımadığını anladım. Elbette anlamak kabullenmeyi getirmedi. Azıcık da kabullenmenin kıyısında dolandım.

Şimdi dışarıda ince ince yağan yağmura bakarken beni tam da bu noktaya getiren hayata gülümsüyorum. Aklıma geldikçe omuzlarımı gevşetiyor, Külkedisi'nin vesile olduğu yoga dersleri için, beni rüzgarla tanıştıran ve iç denizlerimde yüzdüren Erol Hoca için, Adnan kardeşimin hediyesi Mesnevi için, Piri Altuğ Reis ve ailesi için, kedim Ada, Burhan Bey, Muse, Süper Prenses,ailem ve bana iyi kötü katkıda bulunan herkes ve her şey için minnettarlık duyuyorum. Demir'in doğumu, Victor'un ölümü, hayatımın en önemli aşk hikayesinin fos çıkışı ve hatta neredeyse sağlığımı kaybetme noktasına gelişim demek hep bu an içinmiş diye seviniyorum.
Asıl önemli olan şimdi, bundan sonra ne yapacağım? Önümde açılan bu koskocaman pencereden belime kadar sarkıp "hey arkadaş gel sana masaj yapayım!" diye bağırmak istiyorum. Artık şifalanmak ve şifa vermek için beklemek istemiyorum. Hepimizi kucaklayan evrenin küçücük dokunuşlarla ve isteyen herkese açık olduğunu anladım. Bunu benden esirgeyen, yoluma "daha hazır değilsin!" diyerek set çeken ustamı bile affettim. Demek ki bu çıkışı ona rağmen bulmam gerekiyormuş!

Holistik Masaj inanamayacağınız kadar yumuşak, rahatlatıcı ve küçücük, yumuşacık bir şey. Dudağınızın ucuyla bir bebeği öpmek gibi. Hani onu öpücükten bile korumak ister ya insan tam olarak öyle birşey.  Hepimizin şifalı otlar, spor salonları, meditasyonlar ve daha pek çok alternatif arayış içinde koşturduğumuz gezegende herkes ve herşeyle ilgili, insanı derin kuyulardan yukarı çekebilecek kadar güçlü, kolay bir uygulama. Kolay derken, masada yatana kolay, zira masajı uygulayan ciddi bir efor sarfediyor.

Bana ilk uygulandığında sadece hoşuma gitti. Çünkü zihnim asansörün kapısını aralamış ruhuma ne olacağını seyrediyordu. İkinci uygulamayı istemedim. Acaba neden korkmuştum?? 
Sonra olan oldu. Nasıl olsa bu bir eğitim diye sakince masaya uzandığımda Agi bana, Feri'nin gösterdiği şekilde masaj uygularken kriz geçirdim! Bir kelime beni tetikledi ve uyuyan güzelin yüz yıllık uykudan uyanması gibi acayip birşey oldu. Kahkaha krizine girdim. Kendimi durduramadım. Gülmekten gözlerimden yaş geldi. Kontrolümü kaybettim. Otobanda sürat yapan bir araç, bayır aşağı yuvarlanan taş ya da kocaman bir dalgayla dans eden küçük bir tahta parçası gibi, içten, korkusuz ve taşkındım. Evet, kelimenin tam anlamıyla taşkındım ve bu bana korkunç bir mutluluk verdi. Bütün iç organlarımın, özellikle kalbimin güldüğünü hissettim. Hücrelerim gülmeyi hatırladı. Kontrolü bırakmanın zevkini hatırladı. Hem de hiç beklemediğim bir anda!
Sonra olan oldu. Zihnim geri gelip aralanan asansör kapısını tam kapatacakken, ruhum ayağını kapının aralığına koydu! Artık bu kapının kapanmasına izin veremem. Holistik Masaj esaretimi sonlandırdı. İşte bu yüzden önemsiyorum.
Bütün bunları anlattım çünkü gerçekten paylaşmak istedim. Bu sihirli ve küçük dokunuşların gücünü hissedebilmenizi umut ettim. Düşünün ki en saf, en temiz duyguya bir anlık dönüş yaşamak bu; annenizin kollarında küçük küçük sallanmak, sevgilinizin kalbine kalbinizi yaslayarak iki kalbin atışını hissetmek gibi.

Ruhu iyileştirmeden bedeni iyileştirmek imkansız! Esir bir ruhla da yaşanmaz... Hastalanırız. Hastalanıyoruz. Bu yüzden bol bol kucaklaşmalı, öpüşmeli, hatta birbirimize sarılıp sağa sola ufak ufak sallanmalı. Kollarımız hayatı kontrol etmek için değil, sevdiklerimizi kucaklamak içindir. Bunu sık sık hatırlamamız iyi olmaz mı? :)





3 Mayıs 2014 Cumartesi

2014 NİSAN BUDAPEŞTE ULUSLARARASI KİTAP FUARI

Bu yıl için önemli konuk Türkiye idi. Ve ne yazık ki bizi temsil eden yayınevleri ve insanlar için güzel sözler söyleyemeyeceğim... Gerçi Kamuran Solmaz'ın kitabı Macar'ı severek okumuştum ama bir tek kitap güzel şeyler yazmam için yeterli değil... Yazıya olumsuz yorumlarla başlamak  istemezdim ama yapacak birşey yok. 
Biz kendimizi eleştirmezsek, sonunda başkalarının onur kırıcı eleştirileri ile yüzleşmek zorunda kalacağız. Belki fazla abartmamak lazım, aslında ben bir Türk olarak en çok "yine" ve "fazlasıyla" Osmanlı sanatının pompalanmasından rahatsız oldum. 
 Binlerce yıllık tarihi birkaç yüz yıla hapsetmek Bizanslı, Selçuklu, Hititli, Romalı ve daha pek çok Anadolulu insanın izini sürmemek bana sevimsiz geliyor. Elbette nakkaşlar, hattatlar, ebru ve kaftanlar, sedef kakmalı rahleler için olumlu hislerim var. Yine de bütün bu çalışmaları taraflı, planlı ve itici buluyorum. Dediğim gibi bu benim şahsi görüşüm. Kafasında sikke, üzerinde tennure olan bir adamın nakkaşhanede görüntülenmesi zaten hakkında fikir sahibi olmadıkları bir kültürü tanımak için epeyce kafa karıştırıcı! Padişah kaftanı gibi kaftan giymiş sakallı amcanın da bu genç adamın tam arkasında oluşuna ne demeli?
Bunun dışında kitap fuarını sevdim. Çocuklar için yapılan aktiviteler, alanın bizim Tepebaşı'na benzeyen sempatik ve küçük hali gayet samimi ve sadeydi. 

Konuştuğumuz yayınevlerinden aldığımız güzel tepkiler ve Agi ile gördüğümüz çalışmalar bizi gerçekten memnun etti. Özelikle yayınevlerinden bir tanesinin sahibi daha önce İstanbul'da yaşamış biri çıkınca, gayet güzel diyaloglar kuruldu. Tabii genellikle Agi konuştu ve ben gülümsedim:))
Konuşmaların ve imza saatlerinin hiçbirine katılmadık ama programın yoğunluğundan etkilendik.
İnsanların birbirlerini itip kakmadan kitaplara bakabilmesine de bayıldık. Yağmurlu ve zor bir gün olmasına rağmen, açıkcası orada bulunmaktan memnunduk. 
Dönerken yanımızda birkaç tane güzel hikaye getirdik. Bence çevirme şansımız olursa gerçekten seveceksiniz...