29 Nisan 2014 Salı

FANTASTIKUS BUDAPEST!

Merhaba! Dün öğle saatlerinde tatilden döndüm. Tabii ki biraz üzgünüm bittiği için ve yorgunum. Ama deneyimlediğim birbirinden ilginç ve güzel günler hafızamda soğumadan olabildiğince seri bir şekilde yazmak istiyorum. Zira malumunuz bloğum aynı zamanda halka açık günlüğüm:)
 
Budapeşte'ye gitme fikri aslında orada yapılacak olan uluslararası kitap fuarının bu yıl ki onur konuğunun Türkiye olmasıyla başladı. Yani ana başlıklarımdan biri KİTAP FUARI olacak. Sonra orada olduğumuz zamanda verilecek olan özel bir kurs gündeme geldi: HOLİSTİK MASAJ/RUH MASAJI! Agi bu uygulamadan o kadar güzel bahsetti ki, açıkçası katılmamak olmazdı. Tabii onun çeviri konusundaki cömert yardımı olmasaydı zaten böyle bir eğitime dahil olmam da mümkün değildi.
Bu iki önemli iş dışında Eva ve ailesine yaptığım PASKALYA ZİYARETİ ve BUDAPEŞTE KEŞİFLERİM gerçekten çok keyifliydi. Her ne kadar palinkanın tadını sevmesem de yeterli miktarda palinka içtiğimi ve genellikle peynir & şaraptan oluşan öğünlerimden çok zevk aldığımı söylemek isterim. Açıkçası iki kilo almışım ama o kadar umurumda değil ki, o kadar olur yani:)
 
İlk kez 2005 yılında gittiğim Budapeşte ile bu ziyaretim arasında geçen yıllarda oraların epeyce değiştiğini, bu değişimin de olumlu anlamda bir yenilenme olduğunu söylemek isterim. İnsanlar daha hallerinden memnun, daha yabancılara açık hale gelmişler. Soğuk kanlı ve mesafeli tavırları azıcık yumuşamış. Açıkçası bu haliyle Budapeşte çok daha fazla hoşuma gitti.
 
Açıkçası kültürel faaliyetlere katılmak için pek şansım olmadı. Zira bu gibi yerlere ait biletler aylar öncesinden tükeniyor. Yine de kiliselerde org eşliğinde müzik dinlemek mümkün. Gerçi ona da katılamadım ama aklınızda olsun istedim.
 
Şehirde ulaşım çok kolay. Haftalık, günlük vs seçeneklerden birini tercih ederek toplu taşıma kullanmak mümkün. Ayrıca genel olarak neredeyse hemen hemen bütün genç nüfus gitmek istediğiniz yer için uygun otobüsü önerebilecek kadar İngilizce biliyor. Bu yüzden hiç taksi kullanmadan ve araba kiralamadan dolaşmak hiç zor değil.
 
Yiyecek ve içecek konusunda da sıkıntı yok. Birbirinden güzel kekler ve sandwichler hemen hemen her yerde var. Tabii ki bira ve langoş benim için hala bir numarada:)
 
Açıkçası Budapeşte seyahatimden çok keyif aldım. Gördüklerim, öğrendiklerim ruhuma, zihnime çok iyi geldi. Bir İstanbullu için yaşanması kolay ve zevkli bir şehir olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
 
Şimdi, ilk fırsatta MONOR'da geçirdiğim Paskalya ile başlayarak neler olduğunu bir bir anlatacağım:)
 
 

21 Nisan 2014 Pazartesi

MONOR

Ne yazik ki uzun uzun yazamayacagim cunku klavye bana cok yabanci... Evimden uzakta ve huzurlu, ozgur topraklardayim. Tabii ki benim olmayan topraklarda.
Bugun Erika Bartos kitaplarindaki gibi buyuk yesil ormandan gelen cocuklarin beraberlerinde tasidiklari kucuk mavi ciceklerle sulandim! Paskalya coregi, peynir ve domuz etiyle kahvalti gune saglam baslamami sagladi. Bahce, mutfak ve Eve ile sohbet yavas yavas omuzlarimi gevsetirken, mis gibi havayi cigerlerime cekiyorum. Her sey gayet guzel ve fakat beim degil....
Benim degil derken mulkiyetcilik degil anlatmak istedigim. Kokular, tatlar benim degil. Tabii ki ev yapimi sarap, kekler, palinka muhtesem. Eva ve ailesi de oyle. Sadece evsiz hissediyor insan kendini, koksuz..

17 Nisan 2014 Perşembe

ERGUVANLAR!

Uzun yıllardan sonra nihayet erguvanları doya doya seyrettiğim bir bahar yaşıyorum. Yolda görsem altında durup gökyüzünü seyrediyorum. Zaman bulsam, hemen birilerini ayartıp su kenarına koşuyorum. Bu ağaç beni çocuk gibi sevindiriyor. Onun hikayesini herkes öğrensin istiyorum.
 
 
 
Bugün okulda dersimizin konusu erguvanlar olacak. Yanımda tahtadan yapılmış arılar ve uğurböcekleri de götürüyorum. Onlara önce bu ağacın mitolojik öyküsünü anlatacağım. Sonra da ağaç, arılar ve uğurböcekleri arasında geçen bir oyun kuracağız.
 
 
Küçük Karabalık'da çalışmayı her yıl daha çok seviyorum. Bana hem kendimi tanımak, hem de çocuklar için en iyiyi bulmak adına hareket alanı tanıyorlar. İşe değil de eve gider gibi hissetmek ve için için ah şu dersler haftada iki gün olsa demek büyük bir şans farkındayım.
Ama bu günlere kolay gelinmedi. Çok üzüldüğümüz, hatta vaz mı geçsem dediğim zamanlar oldu. Her ilişkinin başında yaşandığı gibi taşların yerine oturması, ruhların ısınması zaman aldı. Şimdilerde sanırım baharın da etkisi olsa gerek içimden hep çiçekten, böcekten, erguvanlardan, kedimden, öğrencilerimden bahsetmek geliyor.
 
Aradan uzun yıllar geçtikten sonra bloğumu okuduğumda sadece şikayetler ve mızıldanmalar görmek istemiyorum. Hayatımın hem baharı, hem kışı olsun, ne güzel!
 
Bugün neşeli bir gün, kayıtlara böyle geçile!

16 Nisan 2014 Çarşamba

MUHTEŞEM...

 
Bu yıl hevesimin kaçtığını ve her bölüme aynı özeni gösteremediğimi kabul ediyorum. Ve fakat bu akşam Hürrem ve Süleyman'ın balkondan balkona bakışma sahnesi içimi acıttı.
İnsan hayatı ve aşkı sonsuz sanıyor. Oysa her ikisi de tıpkı başladığı gibi bitiyor. Üstelik haber vermeden, izin bile almadan, aniden!
 
İnsan sevdiğine sevgisini ve  sevdiğinin sevgisi sonsuz zannediyor ya, elbette değil.. Her şey biter. Sadece, geriye dönüp baktığımızda, hatırladığımız birkaç kırık dökük sahneyi allayıp pullayıp avunuruz. Öyle bir an gelir ki, gerçek neydi, ne kadarını biz uydurduk bilmek imkansızlaşır. Her an tek ve biriciktir. Her hayat ve her aşk eşsizdir. Ve sırf bu yüzden hatırlanmaya değerdir.
 
Bu vesileyle bugün doğum günü olan eski bir sevdiğime mutlu seneler dilemek isterim:)

ADA VE AYÇİÇEKLERİ

Kedimizin erkek olduğunu söylemiş miydim? Kendisine aylardır "Adakız" dedik ama meğer evimizde bir beyefendi yaşıyormuş!!! Gerçi anneler der ya, "hayırlı evlat olsun da, kızı erkeği fark etmez!"
Hayvanlar ve çocuklar evin neşesi. Tabii çiçekler ve şekerlikler dolusu çikolatalar da! Zeytin'den sonra bizim evde geçici olarak ikamet eden birkaç arkadaşı saymazsak Ada ile birlikte kedi hasretimiz sona erdi. Şimdilerde sabah birlikte uyanıyor, kahve yapıp, gazete okuyoruz. Hatta yakında park ve bahçe gezmelerine çıkacağız. Diyeceğim o ki, evinize hayvan alınız. Hiç olmadı bahçede falan besleyerek güzel bir yaratıkla bağ kurunuz. Vallahi çok eğlenceli!
Bizim evde Ada'ya yasak olan çok az yer var. Mesela mutfak tezgahları ve yemek masası kesinlikle yasak. Bir de benim odamda yatağın kenarında uyuması serbest ama yastığıma tırmanması yasak. Çünkü aksi takdirde nefessiz kalıyorum. Kedi tüyüne allerjisi olup, kedisini boynunun altında, omuzunda gezdiren bir deli olarak, şu ana kadar tıkanmamış olmam şahane. Sabah azıcık aksırıp tıksırıyorum ama bence Ada'dan değil, kesinlikle yaşlılıktan:)))

İşte böyle, bugün sizi güzel oğlum Ada ile tanıştırıp, kaynaştırayım istedim. Aaa unutmadan yeni kitabımız çıktı: AYÇİÇEKLERİ! YapıKredi Yayınları'ndan çıkan Tomurcuk ve Sevecen serimize onüçüncü kitabımızla devam ediyoruz. Budapeşte dönüşü,  Erika Bartos'un yeni projelerini de anlatırız belki:)) Kendisiyle nihayet uzun zaman sonra sohbet fırsatı bulmayı umut ediyoruz.


14 Nisan 2014 Pazartesi

ÖNEMLİ HAFTA?....


Erken kalktım. Az sonra haftanın ilk yoga dersine gideceğim. Sonrasında terziye ve akşam bir yoga dersine daha. Salı olup uyandığımda kuaför, Agi ile çeviri randevumuz ve ardından Zuzu ile Kadıköy'de buluşup dünyalar güzeli teyzemize gideceğiz. Çarşamba Kapalıçarşı, Irmak Okulları'nı ziyaret, Perşembe Küçük Karabalık dersim, akşamına yoga vs vs derken Pazar olacak ve ben P.tesi sabahı başka bir ülkede, başka bir yatakta uyanacağım. Bir hafta için İstanbul'u ve burada beni bekleyen işleri düşünmeyeceğim. Sadece ve sadece kelimenin tam anlamıyla yabancı olmanın tadını çıkartacağım. Kokusunu bilmediğim sokaklarda dolaşacağım. Dilini bilmediğim insanlarla göz göze geleceğim. Sonra çabucak günler geçecek ve tekrar burada olacağım.

İnsan ne telaşlı bir canlı. Gerçekten canlı hissetmek için bütün bunları yapmak gerekli mi emin değilim. Belki de yalnızca durmak lazım.

Cevabını bilmediğim, daha doğrusu cevabını duyarsam elimdeki gerçekle ne yapacağımı kestiremediğim için sorusunu soramadığım öyle çok şey var ki.. Bazen ne kadar kaldığını bilemediğim zamanımı nasıl kullandığımı sorguluyorum. Hiç beklenmedik bir anda ölüm geldiğinde gürültü patırtı çıkartmadan gidebilecek kadar tatmin oldum mu diye soruyorum kendime. Aslında hem evet, hem hayır. Hala yapmak istediğim şeyler var tabii, ama bütün bunların anlamı konusunda şüphelerim var. 

Seyahatler, kitaplar, dostluklar, öğrenilen her şey, hatta bir kurabiye tarifi bile değerli, bunu biliyorum. Fakat öte yandan ruhum uzun zamandır üretmek istediği kadar, inzivaya çekilmek istiyor bunu da biliyorum. Günlerdir Süper Prenses'in annesini düşünüyorum. Yarın bedeni bir avuç küle dönüşürken ben sadece ve sadece onu düşüneceğim. Bembeyaz teni, çilleri, içi pırıl pırıl parlayan gözleri zihnimde canlanacak. O artık sadece zihnimde canlanabilecek. Her Tchibo'ya girişimde onu anımsayıp gülümseyeceğim. Değerli, epeyce değerli bir ruh daha gezegenden giderken ben ağlamakla gülmek arasında sıkışıp ardından el sallayacağım. Sonra bir doğum olacak, yeni bir bebeğin kokusuyla burnum beynime mutluluk sinyalleri gönderecek. Kocaman bir hayat iki gerçek arasında sıkışırken, ben geniş geniş yaşamanın, geniş geniş hissetmenin mümkün olup olmadığına cevap aramaya devam edeceğim.

Bir an gelecek haftalar, günler ve saatler önemli olmayacak. Dakikalar hatta kimbilir saniyeler değer kazanacak. Dilerim o zaman doksan yaşında olmam! Velhasıl, ruhumun bedenim için çok yaşlı olduğunu hissediyorum... Sorun bu galiba...



* Fotoğraf İstanbul'u karış karış gezerken çekilmiştir. Fotoğrafçı A. ER tarafından


13 Nisan 2014 Pazar

HİKAYELER..

Gezegenin üzerinde orada burada yuvarlanırken sık duyduğumuz cümlelerden biri: "O ho hoo hayatımı anlatsam roman olur!"
Herkesin hayatı roman olur, buna hiç şüphem yok ama herkes hayatını okunabilir bir roman haline getirecek cümleleri kurabilir mi işte bu konuda endişeliyim...

İş hikaye anlatmak olunca kendime güvenim tam sayılır. Sayılır zira ne kadar çok insan varsa o kadar da farklı tarz var. Benim sesim, bakışım, elimi kolumu sallayışım ya da birinci tekil şahıslı uzun cümlelerim kimilerinin hoşuna giderken, bazıları "aman ne gıcık kadın" diyebilir. Neden olmasın? İnsanız hepimiz:)

En sevdiğim şey, çocuklara içine çocukluğumu gizlediğim masallar anlatmak. İkinci favorim ise yine çocuklara, her paragrafında bol bol yasak kelimeler geçen masallar anlatmak. Mesela Eda Liza ve Leyla Nora'ya anlattığım "PIRT MASALLARI"
Bilirsiniz işte, osuruk, bok, çiş, kaka, popo gibi kelimeler yasaklıdır. Çocuklar bu kelimeleri sık sık kullanarak anne ve babalarının tepkisini ölçerler. Hatta işi ileri bir aşamaya taşır, olmadık yerlerde olmadık yerlerini eller ve mahçup etmeye çalışırlar. Bakalım nasıl tepki verecektir şu büyükler?

Eda ve Leyla sayesinde bu konuda müthiş antremanlıyım. Meme ve popomun ellenmesi, benden pırtlı masal istenmesi hayatımda olağan şeyler.  Öyle de olmalı. Neden derseniz bu basit gibi görünen konular "olmakta olan küçücük varlıkları" gelecekte inanılmaz etkiliyor. Kendini, duygularını ifade edemeyen, utangaçlığından sıyrılamayan, özgüveni yerlerde  yetişkinlere davetiye çıkartıyoruz.


Bırakın prenseslerden, prenslerden ve sihirli ülkelerden bahsetmeyi. O ülkelerin kanalizasyonlarını, caddelerinde yürüyen hamamböceklerini, durmadan gaz çıkarttığı için evde kalan güzeller güzeli kral kızlarını anlatın! Hikayelerimiz hem gerçek olsun, hem de gerçek diye burnumuza dayatılan kalıpların hepsinden daha gerçek!

Hikaye anlatmak meselesine geri dönersek hayatımı anlatsam roman olmaz, benim hayatımdan olsa olsa birkaç masal, üç beş öykü çıkar. Çünkü roman yazmak sabır, teknik ve istikrar ister ki bu üçlü bende olsa blog köşelerinde işim ne! Peh:))

BEN GELİYORUM BUDAPEŞTE!

Budapeşte tatili için gün saymaya başladım. Tatil derken aslında pek de tatil sayılmaz, ciddi işler de yapacağım oralarda. Mesela yoga! Mutlaka bir yoga merkezine gidip ashramdan ne anladıklarına bakmak ve derse katılmak niyetindeyim. Sonra tabii ki asıl seyahat sebebimiz olan kitap fuarı* var. Tomurcuk ve Sevecen'in isim anneleri olarak Agi ve ben orada olmak ve Erika Bartos ile biraz zaman geçirmek istedik. Üstelik ne zamandır aklıma takılan masalcı teyzeyle** de tanışmak belki kısmet olur? En kötü ihtimal kitaplarına bakarım.

Bunun dışında hafta sonu holistik masaj kursumuz, arada benim banyo sefam ( hamamlar ve havuzlar rüya gibi!!! ) ve tabii Eva ve ailesiyle kutlayacağım Paskalya var. Şimdiden rüyamda çikolata görmeye başladım desem!

Agi, orada geçireceğimiz süre zarfında neler yapacağımıza dair gerekli keşiflerini çoktan yapmış. Organik ürünler satan dükkanlara, botanik bahçelerine ve elbette gece hayatına bakmadan dönmeyeceğiz. Eve teslim edilecek çiğ yemeklerimize kadar düşünmüş! Bütün bunların dışında "yanına güzel kıyafet al" dediğine göre, aklında neler var kimbilir:)) Eva ve Agi beni bir Macar'la başgöz etmeden huzur bulmayacaklar gibi! Vallahi bana uyar, nasıl olsa bekarım, mevsimlerden de bahar. neden olmasın?

Budapeşte güzel bir şehir. şaka bir yana orada bir süre yaşamak iyi fikir olabilir. Hatta belki küçük bir ev kiralanabilir.. Hayat:)



*http://ayturk.de/deutschland-3/41-startseite-ana-sayfa/5534-21-budapeste-millenaris-uluslararas-kitap-fuar-nda-tuerkiye-onur-konugu.html 
** Adını söyleyemem çünkü proje aşamasındayız:))

11 Nisan 2014 Cuma

HAYAT, NE GÜZEL ŞEYSİN SEN!


Erguvan seyrettim. Beykoz korusunda çimenlere uzanıp nereye gittiklerini hep merak ettiğim bulutları bile izledim. Hatta film festivalini kaçırmayıp üzerine Eda Lisa ve Leyla Nora'nın da dahil olduğu nefis bir toplulukla Amazonia'yı izledim. Baharda sanki her şey daha mı güzel ne? Dersler daha zevkli, Türk kahvesi daha tatlı... kalbimin hazır olmadığı hastalıklar ve ölümler olmayaydı eminim daha da iyi hissedebilirdim..

Şimdilerde aklımda her Süper Prenses ve Budapeşte var. Bir yandan Paskalya yumurtalarını düşünüyorum, diğer taraftan akide şekerlerini... İnsan ne çok anlam yüklüyor objelere, yiyeceklere... Mesela ben ne zaman ama ne zaman ekşili köfte yesem anneannemi, ne zaman akide şekeri görsem Süper Prenses'in annesini hatırlayacağım... Her hatırlama hüzünlü değil. Elbette insanın kalbi azıcık burkuluyor fakat kocaman bir gülümseme yayılıyor yüzüme. Dilerim ben öldükten sonra insanlar beni de böyle, gülümseyerek hatırlarlar... hayat, sen çok güzelsin!

8 Nisan 2014 Salı

ERGUVAN ZAMANI

Bugün erguvan seyretmeye gideceğim. On gün önce Eva ile Üsküdar'da gezerken boğaz bizi titretmiş ama biz ısrarla kıyıdan kaçmamıştık. Bütün gün doya doya erguvan seyredip, camiilerde, parklarda dolandık.  Amma fakat akşam olup eve gelince, dokuz buçuk olmadan yataktaydık!

Ona boğaz ve erguvanlar hakkında bildiklerimi anlatırken aslında her köşesi bir hikaye olan şehrimi ne kadar özlediğimi fark ettim. İçimden yeniden geziler düzenlemek geldi. Sonra aynı hızla vazgeçtim, zira ben bu işin mali kısmını hiç beceremiyorum! Neyse, amatör ruhla devam etmek belki de en iyisi.

Bugün o günlerden biri olacak. Erguvanlar bana, ben onlara ne biliyorsak anlatıp, tatlı tatlı gülümseyeceğiz. Bir zamanlar çiçeklerin diliyle konuşan şehrin şimdilerde üzerinde kara bulutlar dolaşsa da, biz diz dize oturup mor salkımlardan, leylaklardan, lalelerden bahsedeceğiz. Mesire yerlerinde satılan tatlılardan, bir zamanlar kayıkla yalılara yaklaşıp sebze satan boğazın ilginç zerzevatçılarından bahsedeceğiz. Güneş kremi kullanılmayan zamanların bez şemsiyelerini ruhumuza gölge yapıp, kimbilir hangi kıyı kahvesinde bir Türk kahvesi içmenin ayrıcalığını yaşayacağız.

Ey ahali bahar geldi bahar! Hatta geçmekte! Bırak elindekini, aklındakini, koş var erguvanların yanına. Doya doya seyret:)

7 Nisan 2014 Pazartesi

BAŞKA ÜLKELER HER ZAMAN BAŞKA HAYATLAR GETİRİR Mİ?

Ülkemdeki son gelişmelerden sonra ister istemez gözlerimi Dünya atlasına diktim; özellikle sabah saatlerinde elimde kahve fincanım uzun uzun bakıyorum gezegenimize. Okyanus aşırı olan noktalar beni korkutuyor. Kokusunu bilmediğim topraklarda yürümek tamam ama oralarda kök salmak sanki bana göre değil...

Dönüp dolaşıp Avrupa'da karar kılıyorum. Nasıl olsa esmer değilim, ırkçı tavırlardan muhtemelen pek etkilenmeden yaşayabilirim diye düşünüyorum. Kaldı ki kendinden olmayanı iteleme konusunda ana vatanımda yeterince deneyim kazanmadım mı!? Varsın azıcık da Avrupalılar itelesin.

Şimdilik seçeneklerimi ikiye indirdim Budapeşte ve Londra arasında gidip geliyor duygularım. Birkaç hafta sonra Budapeşte'de olacağım. Bu kez sadece turist gibi dolanmayıp, her adımımda ne hissettiğimi sorarak yürüyeceğim.


Eğer ikisini de beceremezsem yani ne Londra, ne de Budapeşte bana ev olmazsa istikamet Sapanca, İzmit, İznik tarafları olacak benim için..
Bu sabah facebook anasayfada çok samimi olmadığım ama gerçekten değerli bulduğum bir yoga eğitmeni "duyarsız insanlarla karşılaşmaktan" nasıl da yorulduğunu anlatmış... Acaba buradaki "ders nedir?" diye sormuş... Bilsem! Ah bir bilsem..

Uzak biryerlerde uzun uzun yürümek, mümkünse yüzmek ve yazmak istiyorum. Başka bir hayat için beni arkamdan itekleyen büyüklerime kimbilir belki birkaç yıl sonra teşekkür kartı atarım!

Bu konuda hayallerim, niyetim ve planlarım devam edecek...


6 Nisan 2014 Pazar

SESSİZLİK...

Tanımaktan onur duyduğum birine veda ediyorum....

Yılını hatırlamıyorum, belki 1997 olabilir. Ya da 1998. İlk karşılaşmamızda bile telaşlı ve sevecen haliyle kalbimi kazanmıştı. Onda en ilkel olanla, en medeni olan öylesine kardeşçe, öylesine sakin ve yanyana duruyordu ki, uzun zaman nedenini bilmeden ve kendime sormadan sadece ve sadece tanımsız bir sempati duydum. İçinde, bizlerin ulaşamayacağı kadar derin yerlerde sakladığı anılarının ne denli hüzünlü, nasıl da iç kemirici olduğunu uzun yıllar sonra  bir noel zamanı Süper Prenses'den dinlediğimde, kalbimde bu kadına karşı artık sadece sempati değil, büyük bir şefkat ve saygı oluştu.

O yeryüzüne gönderilen en ilginç ruhlardan biriydi. Ve şüphesiz geçmişten tanıdığım biriydi. İkimiz bu topraklarda mutlaka yaşamış olmalıyız. İçimden bir fısıltı, Anadolu'da bilinmeyen inanışların ve bilinmeyen müziklerin vaktinde dans etmiş, ateş yakmış, ot kaynatmış olabilirsiniz diyor. Sular durulduğunda ve O, göklerdeki evine döndüğünde sadece benim onu nasıl algıladığıma dair bir masal yazmak istiyorum.

Eğer resim yapabilseydim bu inanılmaz derecede ilginç kadını şöyle çizerdim: Çillerle süslenmiş bembeyaz bir ten, kızıldan sarıya dönen saçlar. Masmavi gözler. İnsanda sarılma, kucaklaşma arzusu uyandıran yumuşacık kollar. Bir çift kanat da takardım ona, mesela şifalı otlardan bir kanat! İçinde adaçayı, kekik, mandalina yaprakları ve zeytin dalalrı olan kanatlar. Bu kanatlar öyle güzel kokardı ki, çocuklar, özellikle çocuklar onun gelişini beklerken önce kokusunu duyarlardı. Eteklerini akide şekerleriyle doldururdum. Nerede çocuk görse belki de yeterince şeker yiyemediği çocukluğunun anısına, onlara akide şekerleri yağdırdığı için...

Hoşçakal demek çok zor. Tek tesellim mutlaka ama mutlaka buluşacak ve bu defa ateşin etrafında dans edecek olmamız. Bu kez sadece tanıştık, çünkü ben onun kadar yüksek bir ruh değilim muhtemelen... Ama gelecek defa şansımı daha iyi değerlendireceğim. Kara ormanın derinliklerinde kazanlar dolusu akide şekeri kaynatacağız: hastalara şifa, dertlilere defa, ruhlara neşe olsun diyerek göklere savuracağız!

Bana üç özel kadın veren sevgili Büyük Cadı, gözün arkada kalmasın hepsini, ama özellikle küçük olanı ömrüm boyunca sevecek ve koruyacağım! Yakında görüşmek üzere...

Önemli NOt.Tam da buraya yakışacak bir müzik koyabilmeli ve Hildegard von Bingen ile okutmalıydım bu satırları.. Ama ülkemde youtube yok....


5 Nisan 2014 Cumartesi

GÜLÜMSEMEK!


Tam olarak bugün değilse bile çoğu zaman hayat planladığımdan daha zor ve daha umutsuz gidiyor. Benim yaptığım tek şey, yani geçmiş zamanlardan farklı olarak, gücümü toparlayıp gülümsemeye çalışmak. Bir diğer deyişle almadan vermek için gayret etmek. Çünkü aslında bütün istediğim, sanırım çoğumuzun da istediği sevildiğimizi, hiç olmazsa anlaşıldığımızı hissedebilmek..

Bunu bana öğreten çocuklardır. Onların samimi bir gülüşe anında karşılık veren yumuşacık bakışları, bir sonraki derse benim için çizdikleri resimler, makarna kolyeler ve daha nice nice birbirinden değerli hediyeyle gelmeleri de bunun kanıtıdır.
Ömrümün önemli bir kısmı kulemin penceresinden – manevi bir kuleydi bu- saçlarımı sarkıtarak prens ve prenseslerin ziyaretime gelmesini bekleyerek geçti. Sonuç pek iç açıcı olmadı! Zira kulenin adresini vermeyi unutmuşum! Aslında bir iki kişi elinde anahtarla geldi biliyor musunuz? Ama ben korktum, kendimi o kadar saçlarıma tutunarak kuleye  tırmanacakları fikrine alıştırmıştım ki, bir gün anahtarla kapım zorlandığında korkuya kapıldım. Hırsız geldi zannettim ve kalbimdeki en ağır kaygıları, kilolarca güçlü kelimeyi kapının ardına yığdım!
Neyse, olan oldu ve şimdiye geldik. Artık kulede oturmuyorum. Bahçeli, düzayak bir eve taşıdım yüreğimi. Evin ne kapısında, ne de pencerelerinde kilit yok. İsteyen istediği zaman girebiliyor. Üstelik konuklar için bir yatak bile aldım, kalmak isteyen olursa hiç sorun yaşamıyorum.

Demek istediğim şu ki, daha kolay bir insan olmaya karar verdim. Çocuklara “ne öğretmek isterim?” diye düşünürken, ne öğrenmek istediğimi keşfettim! Böylece kabuğum kırıldı, içeri hiç tanımadığım hisler sızdı. Sonra da gülümsemeye başladım! Ben gülümsediğimde günlerin daha aydınlık, insanların daha sevecen olduğunu gördüm. Kendimi almaya değil, vermeye hazırlayarak uyandığımda kaldırımdaki kedilerden tutun da, mahallenin en somurtkan ihtiyarına kadar herkesi gülümsettim. Zaman zaman karanlık sabahlara gözümü açsam bile sağlıklı olduğumu ve hala yapmak istediğim işler olduğunu anımsıyorum, bu hatırlama gücümü toparlamama yardım ediyor. Sinirli ve uzlaşmaz yanımı hafifçe arkada bırakıp daha huzurlu davranmamı sağlıyor.
 
Sonuçlarına gelince… Evimin kapısından çıktığımda neşeyle selamlaştığım dükkan sahipleri, yeni yeni yeşermiş ağaçlarla dolu bir yoldan işime gidiyorum. Otobüste veya dolmuşta beni iteklemeye çalışan teyzeye gülümseyerek “ benim acelem yok siz buyrun diyorum”, kaldırımda iki kanadını kocaman açarak benim caddeden yürümeme neden olan kol kola insanlara sırtımı duvara dayayarak yol veriyorum. Bütün bunları iyi olduğum için ya da birilerine bakınız nasıl da şahaneyim demek için yapmıyorum. Birkaç dakika içinde ödülümü alacağımı bilmenin çocukça sevinciyle yapıyorum!

Bankada sıramı beklerken hapşırıyorum ve hiç tanımadığım son derece havalı bir hanım arkasını dönüp bana gülümsüyor “çok yaşayın!” ve ben de “ona hep birlikte, teşekkür ederim” diyorum. Sonra vize gişesindeki Macar kız olabilecek en sempatik haliyle yeni bir arkadaşlık başlatıyor. Ve hemen ardından içimden bir ses arkadaşımı yarı yolda bırakmayıp onunla gideceği yere kadar gitmemi söylediğinde, karşılığında uzun zamandır iyileşmeyen ayak tırnağımı iyileştirecek bir sihirbazla tanışıyorum. Tatlı tatlı sohbet ediyoruz ve eve tedavisi başlamış bir tırnak, ağzımda güzel bir kahve tadıyla dönüyorum. Cebimde de üç tane gülümseyen yüz var. Ben buna zenginlik diyorum. Hele ki gün iki prensesle banyo saati, yemek, bir kadeh de şarap ve iyi bir dvd ile bitmişse “hayat bana ne kadar cömertsin!” demem çok ama çok kolaylaşıyor.

Bütün bunlar gülümseyerek başlıyor. Her şey küçücük bir dudak hareketi. Sonrası kalbimize doğru kısa ama etkili bir yolculuk!

1 Nisan 2014 Salı

REÇETEMİZ BELLİ: S-E-V-G-İ !

Aslında bunu anlamak o kadar da zor değil. İnsanın tek ve biricik ihtiyacı sevmek ve sevilmek. Yemek yemek, uyumak, üremek gibi ihtiyaçlarımız karşılandığında bile tam anlamıyla huzura eremeyen hayatlarımızda "nedir eksik olan?" diye bakınınca, diplerden bir yerden çocukluk anılarının çıkıp gelmesi de bu yüzden. Orada yani çocuklukta saf sevgi vardır. Biz birilerini, bir şeyleri ve birileri de bizi sevmiştir. Bazen anne baba, bezen komşu teyze veya bakkal amca... Ya da ilk evcil hayvanımız, ilk diktiğimiz lale soğanı..

Zaman ve kafamıza nakşedilen değerler bu en temel ihtiyacı bize bilinçli olarak unutturur. Çünkü kalbinde sevgi kalmamış insanlara hükmetmek ve onları bu eksikliği doldurabilecekleri başka şeylere yönlendirmek herkesin, toplumda söz sahibi olmak isteyen bütün büyükbaşların işine gelir! Sevgi mi? S.. tir et gitsin yaw, al sana bol bol para, kariyer, seyahat, hatta ne bileyim ne istersen o işte!
Sonuç kocaman bir boşluk, kibir, küstahlık!
Aç, açlıktan çıldırmış ve saldırganlaşmış bir ruh!

Okulda çoğu zaman dersi iptal edip cebimden B planını çıkartıyorum. Birbirimize sarılıyor. Birbirimizi gıdıklıyor, güzel sözler söylüyor ve sihirli cümleler yaratıyoruz. Çocuklara, hayata olumlu sözler ve davranışlarla yaklaşmanın bir sihir olduğunu, bunu da ancak kendimizin başarabileceğini oyunlarla, hikayelerle ve yogayla anlatabilmek için hayal gücümün ve yaratıcılığımın sınırlarını zorluyorum. Çoğu zaman da bu çabamın sonucunu alıyorum. Eve giden sihirli bir taşla üzüntüsünü unutan, "bak anne kendimi kucakladım şimdi" diyen bir çocuk şimdiden hayatında harikalar yaratıyor. Bunu yapabileceğine inanıyor.
Bugün kendini kucaklayan minicik kollar, yarın başkalarını kucaklayabilecek. Hatta kendi gibi yürümeyen, kendi gibi düşünmeyenleri de kucaklayabilecek.

Okumak ve öğrenmek nasıl zihin açıcı bir faaliyetse, sevmek de o kadar ruh açıcı bir faaliyet. Tıpkı lavabo açmak için porçöz kullanmak gibi!

Diyeceğim o ki; abilerim, ablalarım bu kadar itişip kakışmayın, azıcık kucaklayın kendinizi. Bu kadar korkmayın dokunmaktan! 
Zira azıcık daha bu kafayla devam edersek açlıktan çıldırmış ruhlarımız insan etiyle beslenmeye başlayacak!

ÇOK ŞEY VAR ANLATACAK...

Güzel ve güzel olmayan - elbette benim algıma göre yani epeyce öznel:))- pek çok olay yan yana değil, bildiğin dip dibeyken tek tesellim hala nefes alıyor olmak! Korkum şu ki, bir gün "yeteri kadar temiz hava yok, dakikada yirmi nefes çok fazla bunu onbeş yapalım diyen birileri çıkabilir!!!!"
Paranoyak mıyım? Belki. Korkak mıyım? Kesinlikle! Zaten içine korku düşmeyen varsa aramızda gönülden kutluyorum, zira ben daha o kadar teslimiyetçi olamadım. Babasız büyüdüm ve kocasız yaşadım uzun yıllar boyunca. Bu yüzden kendi üzerimde bir otorite tanımam! İstesem de yapamam çünkü ruhum bunu zehirli madde olarak algılıyor. Bünye işte!

Neyse, Londra'daki en yakın dostum Eva İstanbul'daydı. Bütün olan biteni kendime bile zar zor açıklarken ülkemin bu muhteşem bahar günlerindeki gerginliğini ona pek anlatamadım... Azıcık eğilip büküldüm karşısında. Neyse ki anlayışlı kız, yormadı beni! Hatta iyi bile geldi. Kendimi genç ve eski günlerde hissettim. Bol bol konuştuk, güldük, keşfettik. İstanbul'da sevdiğim yerlere götürdüm onu. Ayasofya'da Thedora'nın aşk hayatını, Mihrimah Sultan Camii'de Mihrimah Sultan'ın zalimliklerini ve islam mimarisini konuştuk. Kuzguncuk'da tost yedik, Beylerbeyi Sarayı'nda sultanların yaz keyfini, boğazın serin sularını hissettik. Fethi Paşa Korusu'nda lalelerin ve erguvanların büyüsüne kapıldık. Karaköy'de Güllüoğlu'ndan baklavaları kapıp, tatlı sarayı bu olsa gerek diyerek gülüştük. Yeraltı Camii'nde İstanbul'un fethini konuştuk. Başka bir ülkeden, kalbimin ve hayatımın ortasına gelen dostum, şu karışık zamanda adeta ilaç gibiydi. Şansıma şükrettim!

Ve bu sabah Eva'nın evine dönmesinden yirmidört saat sonra düşünüyorum; kesinlikle ruh tanışıklığı diye birşey var! Yoksa bu dostluğu açıklamak imkansız. Neden böyle hissettiğimi ilk fırsatta yazacağım. Zira Eva aşk ve hayat hakkında öyle güzel cümleler kurdu ki, yıllardır kalbimi tırmalayan kedi bütün tırnaklarını içeri çekti! 

Baharı, Eva'yı, güzel kedim Ada'yı ve içsel yolculuğumda yoga ile nerelere geldiğimi uzun uzun yazmak ve bu bahar sanki son kez görüyormuşum gibi doyasıya erguvan seyretmek istiyorum. Sanki herşey yolundaymış gibi, sanki...