31 Temmuz 2011 Pazar

AYRILIK ZAMANI...


İnsan kara haberden kaçar. Mutluluk ve haz odaklıdır... Öyle yaratılmış. Acının, üzüntünün, mutlulukla aynı kaynaktan geldiğini anlamaz. Anlayamaz. Kaybetmenin öfkesi, yitirmenin acısı büyüktür. Yumruk gibi, taş gibi yerleşir kalbe...
Ölüm, dönüşü olmayan ayrılıktır.



http://www.youtube.com/watch?v=HloJowRKXVM&feature=related

29 Temmuz 2011 Cuma

SAMRA


Samra öğrencilerimden biri. Belki de yogayı en sevmeyeni. Samra ,derse benim için geliyor. Bunu ilk günden beri biliyorum. Üstelik bu sadece Samra ile ilgili bir durum değil. Çocuklar dersime tek bir sebeple gelmiyorlar. Bazıları oyun oynamak, bazıları yoga yapıp, dinlenmenin, gevşemenin tadını çıkartmak için gelse de, yogayı zerre kadar umursamayıp, yalnızca bana yakın durmaya gelenler var. Onların yüzünde beni gördükleri an, öyle bir ışık ve gülücük dolaşıyor ki, işte o an dünyaya bedel. Hani Murathan "iyi öpüşen bir sevgili dünyanın yarısı demektir" diyor ya, gözleri gülen bir çocuk da öbür yarısı!
Samra, sessiz, bebek dilini henüz bırakmamış ve asil ruhlu bir çocuk. Cici bici elbiseleri, ipek saçlarıyla her kadının rüyalarına girecek kadar cici bir kız çocuğu. İletişim kurmakta, sevgisini dile getirmekte çok acemi. Sanki onu durduran bir freni ama diğer yandan da kabına sığmayan bir enerjisi var. Minicik elleriyle, sanki arkadaşımmış gibi yanağımdan makas alması, dinlenmek için uzandığımızda ellerimin altında huzur içinde gülümseyişiyle en sevdiğim öğrencilerimden biri Samra. Gerçi klasik olacak ya, ben hepsini seviyorum. Fakat bazıları, derimin altına sızmak, kalbime sokulmak için öyle yanaşıyorlar ki, kayıtsız kalmak imkansız!
Samra bugün bir resim yapmış benim için. Tam derse başlamak üzere matlarımıza geçtiğimizde rulo haline getirilip sarı bir bantla yapıştırılmış resmini matımın ucuna bırakıp yerine geçti. Bir şey söylemedi. Açtığımda ve ona teşekkür ettiğimde öyle güzel güldü ki, bu kadarına kelime yetmez.
Bir ağaç gibi çizmiş beni, noel ağacı gibi. Başım, mor tokalarım ve ayaklarım var. Ama bedenim yok. Bir ağacım Samra'nın resminde. Üstelik yapraksız, sadece dalları olan ve sarı bir ışık yayan, koskocaman bir ağaç. Başımın yakınında iki mavi bulut ve yerde iki güzel çiçek... Yüzüm gülüyor. Resim gülüyor. Bu yolculuk içimi açıyor!

28 Temmuz 2011 Perşembe

ÇOCUĞUN DİLİ: MASAL VE OYUN


Oyun hakkında düşünüyorum nicedir. Yazın sıcağınca onlarca çocuk için oyun aramak ve o oyunları çocukları sıkmadan, terletmeden ve de yogadan soğutmadan uygulayabilmek gerçekten pek kolay değil. Ama ilerliyorum. Geçen yıl bu zamanlar her P.tesi Mecidiyeköy'de miğren ve kalp krizi arasında debelenen Elvan'la, şimdilerde aynı noktadan geçen Elvan epeyce farklılar. Miğren ve kalp ağrılarımın yerini sadece sıcak yüzünden mızıldamak aldı. Bir senede bu noktaya gelebildiysem, çalışkanlığımdan ya da mistik güçlerimden falan değil, tamamen öğrenmeye olan açlığımdan!
Çocuklar süper öğretmenler. İnsana hiç farkına varmadan ve hiç üzerinde düşünmeden nasıl yaşanacağını öğretiyorlar. Hocam hep "ağaç, ağaç olmak üzerine düşünmez, sadece olur" der. Çocuk da, çocuk olmak üzerine düşünmüyor ki, sadece çocuk oluyor! Büyü de burada başlıyor zaten. O, yerli yersiz, manalı manasız anlatırken ve minicik ellerini avuçlarımın içine bırakırken, bütün dünya duruyor, sadece benim sınıfım dönmeye devam ediyor! Buna ister yoganın, ister oyunun, isterseniz çocuğun mucizesi diyelim, hiç fark etmez. Gerçek olan tek şey var, o da şu çocuk mucizenin ta kendisi!
Geçenlerde bir yerde bakın ne okudum: "Bir insanla bir saat oyun oynayarak, onun hakkında, onunla bir yıl konuşarak keşfedebileceğinizden daha çok şey öğrenebilirsiniz"
Kesinlikle katılıyorum. Oyun, hayat provası değil de nedir? Tıpkı masal gibi. İçinde gerçeküstü anlatımlar ve semboller olabilir ama hayatta ne varsa oyunda ve hatta masalda da tam olarak o vardır. Bu yüzden oyunun ve masalların dili beni son zamanlarda çok düşündürüyor... Çocuk dilinin yalınlığını yeniden hatırlamaya ve orada kalarak oyun kurabilmeye çalışıyorum. yoga bunun için çok uygun bir araç. Gerek bedene sağladığı hareket özgürlüğü, gerek felsefesi, olmakta olan bir canlıyı biçimlendirmek için biçilmiş kaftan. Sıkıntı şu ki, öğrenilecek çok şey var... Üstelik iki dilli olmak lazım. Zira çocuğun bir de velisi var... Ben bu yıl, ders programıma "aile yogası" da ekledim. Yılda en az bir kere anne ve babaları da çocuklarıyla oyun oynamaya, yoga yapmaya davet edeceğim. Onların içindeki çocuğa seslenebilirsem, kendi çocukluklarına bir saniye için bile gönderebilirsem, bazı şeylerin daha sağlıklı akabileceğine inanıyorum.
Oyunun gücü ve keşiflerim hakkında düşünmeye ve yAzmaya devam edeceğim. Bu konuda sözü olanlar da lütfen benden esirgemesin:)

27 Temmuz 2011 Çarşamba

AMY


Sen bilirsin - ve bildin tabii - Amy ama ben olsam böyle ölmezdim. Tatlı tatlı ölürdüm; tıpkı "serseri mayın" gibi. Sahi acaba sen o filmi seyretmiş olabilir misin? Seyrettiysen şu senin "karanlık" şarkına ne kadar yakıştığını görmüşsündür. Prusya Kralı, Lale'de bi işkembe içsen şu an hayatta olabileceğini, Muse ise Elton'dan uzun yaşayamayışını mırıldanıyor...
Boşver be Amy, dünya pek şahane bir yer değil. Sevgilisi tarafından okkalı bir kazık yiyen ya da çok fazla yara bere içinde kalmış bir kalbi taşıyamayan yalnızca sen değildin ki. Bak bazılarımız kıta değiştiriyor kaderinden kaçmak, onu yeniden yazmak için... Bazımız ise sadece mızmızlanıyor, utanıp, bıkıp gitmesi için. Diyorum ya, ben olsam öyle "lak" diye öldürmezdim kendimi. Tarzım değil, yaşarken hızlı, ölürken yavaş olmak bana daha uygun:) Neyse, zaten bu tartışacağımız bir konu değil, zira istesek bile olmaz; sen öldün! Öldün sahi di mi?
Peki Amy, sen öldün de, kalanlar ne b.k yiyecek bi söylesen... Hani bu gece geliversen de anlatsan, küller küllere kavuştuğunda ruhun huzura erdi mi? Ruhun filmlerdeki gibi gökyüzüne yükselirken, "vay be ne güzel oldu bu iş " dedin mi, ha?
İnanmam Amy, o kadar kolay olamaz. Ama yaptın bi kere, dönüşü yok. Neyse, bu şarkı da benden sana olsun, kardeşimiz sayılırsın:
http://www.youtube.com/watch?v=SKzpmXzNmIM

26 Temmuz 2011 Salı

BODRUM II


Döndüm. Kolayca, aklım ardımda kalmayarak. Bardakçı'dan su getirdim sana:) O kadar işte.
Not. fotoğrafı sen çekmiştin, hatırladın mı?

19 Temmuz 2011 Salı

BODRUM I


Bu hafta Bodrum'a gidiyorum. Üstelik otobüsle! Aklıma da Oya, Ali'ye hamileyken Victor'la yaptığımız bir yolculuk geliyor. Çok eğlenmiştik. Victor'un bakır maşrapası muavinin aklını başından almış, bizim durmaksızın konuşabilmemiz ise ön ve arka koltuklarda oturanları deli etmişti:)) Vay be, Victor'suz bir Bodrum mu var şimdi?
Niye şaşırıyorum ki, birgün gelecek Elvan'sız, Jasmin'siz, Volkan'sız, Suat'sız bir Bodrum da olacak, tıpkı Alim Amcasız, Zarife Anneannesiz, Kübra Teyzesiz, No.7 Orhan'sız olduğu gibi...
Bodrum benim evim. En az İstanbul kadar. Ama artık içine sığamadığım bir ev. Hep özlediğim...
Bodrum'u özlemeye başladığımda beş buçuk yaşımdaydım. Şimdi otuz dokuz oldum ve hala özlüyorum. Otobüs yokuşbaşına çıkıp, kale görününce nasıl sevindiğimi dün gibi hatırlıyorum... Veli Bar'da toplaşan güzel akşam kalabalığını, Kirli Memet'in kurduğu rakı sofrasını, Yasemin teknesinin yeri göğü inleten günlük gezilerini... Nevra Teyze'nin sohbetini... Sonat'ın annesinin nefis sandwichlerini... Erdal Alantar'ın evine dalgalarla boğuşarak gidişimizi ( şimdi yol var.... ) ve daha pek çok şeyi özlüyorum.
Gittiğimde beni bu saydıklarım değil, hayaletler karşılıyor Bodrum'da. İçim acıyor. Bu yüzden İstanbul daha az acı veriyor. Acı serpiştirilmiş ve dağıtılmış bu şehirde, oysa Bodrum'da her sokakta bir kayıp var bana seslenen...
Victor diyordum di mi? O otobüs yolculuğu tam da benim Londra'ya gidişimin öncesiydi. Birlikte durmaksızın lak lak ederken, hem parasızlığımıza, hem de buna aldırmayışımıza çok gülmüştük. Victor hiç "yok" demezdi. Hep "var" dı. Hayatta ihtiyacımız olan her şey vardı. Onunla yenilen ekmek tatlı, içilen su tatlı olurdu. Hırçınlığını, kendi kendine kavga edip, sonra gülmeye başlayışını çok özlüyorum. En çok da sosyetik toplantıların ardından kalan anıları anlatışını özlüyorum:))) Onun gözüyle bakınca bütün o insanlar o kadar sevimli ve çaresiz görünürdü ki, hani neredeyse gidip Ali Koç'u öpesim gelirdi!
Son yıllarda az görüştük, sevdiğime, sevgili dostuma sahip çıkamadım... Onun mutlu veya mutsuz olup olmadığıyla yeterince ilgilenemedim... Gidişinin böylesine içime oturan bir vurgun olacağını, gidebileceğini hiç düşünemedim... Bu yüzden sevdiğine, dostluğuna özensiz olan, farkında olmadan hoyratlaşan herkese o kadar üzülüyorum ki... Keşke şu hislerimi bir dakika için paylaşabilsem de, herkesi böyle bir iç kanamadan kurtarabilsem!
Şimdi ben ne yapacağım Bodrum'da? Birgün Bodrum yine ileriye doğru işleyen bir saat olabilecek mi benim için? Yoksa her gidişimde içimin albümlerini karıştırarak inleyecek miyim?
Bu defa yeni ve güzel anlar yaratmaya gidiyorum. Kuzenimin nişanına, Derya ve Melis'in mutlu bekleyişine... Suat ve Asya'yı yeniden görmenin sevincine!
Bodrum yeniden ve yeni eşyalarla dolu bir ev olsun istiyorum:)

17 Temmuz 2011 Pazar

ŞAHMARAN



“Bir ölümsüzlük ve ihanet masalı”


Anadolu efsanelerinin pek çoğu bu topraklarda yüzyıllardır süre gelen sözlü gelenek sayesinde günümüze ulaşabilmişlerdir. Sözlü geleneğin en güzel örneklerinden Şahmaran, tıpkı diğer efsaneler gibi büyük bir sır saklar.. Belki Sümerler’den Gılgamış, belki Yunan mitolojisinden Asklepios veya adını Heseidos’dan bildiğimiz ejderler soyundan Ekhidna’dır çıkış noktası? Hatta kimbilir belki de Aziz George’un ( Aya Yorgi ) ejderha öldürme efsanesi tam da Şahmaran’ı anlatır?
Biz sadece Anadolu topraklarındaki evinden eminiz bu güzeller güzeli, bilgeler bilgesi yaratığın; Adana, Mersin ve Antakya’nın yılanı bol, sıcağı çok coğrafyasında doğmuştur Şahmaran. Kimilerine göre yılan kuyruklu, bakanların gözlerini kamaştıran bir kadın ve yılanların ecesidir. Kimilerine göre ise bilge yüzünü çerçeveliyen sakalıyla, güçlü kralıdır yılanlar ülkesinin. Hatta belki de Lokman Hekim’in oğludur?
Kadın ya da erkek, bizim bilmediğimiz sırlara vakıf, toprağın tüm gizemlerini saklayan çok eski bir efsanenin baş kahramanıdır Şahmaran. Biz farkına varsak da, varmasak da çeşitli semboller ve hatta tekerleme ve deyimlerle tam da hayatımızın ortasındadır. Evlerimize serdiğimiz kilimlerde, müslümanların inancına göre mahşer günü peygamberin elinde tutacağı üç başlı asanın, yani Asa-ı Şerif’in tam ucunda, hatta Avrupa’nun uzak bir köşesinde çocuklarımıza okuduğumuz deniz kızı masallarının içindedir Şahmeran. O kadar farklı şekilllerde ve o kadar sık deri değiştirir ki bu efsane, her defasında Şahmaran’la karşılaştığımızı çoğu zaman fark edemeyiz bile… ( Starbucks bardaklarınızdaki sembole baktınız mı hiç ? ) Oysa Selçuklu darüşşifasının kapı süslemelerinde rastladığımız yılan kabartmaları Şahmeran’dan başkasına işaret etmez. Asklepios’un elindeki asaya bir DNA sarmalı gibi dolanan ve şaman külahının ( börk ) üzerinde yer alan yılan da Şahmaran’a övgüdür.. Bu kadar iç içe geçmiş hikayenin ve sembollerle dolu masalların çıkış noktası ve doğum tarihi ise hala bilinmezliğini korur.
Kimilerine göre Şahmaran’dan bir parça yiyen Camısan, Lokman Hekim olmuştu. Bir başka söyleyişle; Şahmaran, Lokman Hekim’in oğludur…
Ben Şahmaran’ı anlatmak için, efsanenin bugün Unesco tarafından koruma altına alınmış olan ve hala topraklarımızda konuşulan Zazaca versiyonunu seçtim. Bakalım bu efsane Zazalar tarafından nasıl anlatmış?

Lokman Hekim ölümsüzlüğe çare aramaktadır. Sık sık nehir kıyısına gidip, uzun uzun bu konuda düşünür. Bu durum Hz. Peygamber tarafından bilinince, Cebrail’i Lokman Hekim’in yanına yollar: “Hele sen git, bir kanat vurup onun kitabını suya savur ki bu sevdadan vazgeçsin.”
Cebrail denileni yapar. Kitap suya düşer. Lokman Hekim’in elinde sadece üç yaprak kalır. Kısa bir süre sonra Lokman Hekim hastalanır ve o sırada hamile olan karısına, elinde kalan 3 sayfayı verir. Ve verirken de söyle der: “Ben rüyamı gördüm, benim vadem doldu. Bunları alıp saklayasın. Günü gelip bir evlat doğurduğunda da adını Camısan koyasın. Ve ta ki o kendisi gelip senden isteyene kadar bu 3 sayfadan katiyyen ona söz etmeyesin.”
Bu sözlerden sonra Lokman Hekim ölür. Gün gelir kadın doğum yapar ve çocuğun adını Camısan koyarlar.
Camısan yedi yaşına geldiğinde annesi onu okula yazdırır ama Camısan tek bir harf bile öğrenememektedir. Öğretmenleri durumu anneye anlatırlar. Çaresiz kalan kadın, oğlunu alıp bir marangozun yanına çırak olarak verir. Fakat kısa sürede marangoz da Camısan’a bir şey öğretemediğini anlar ve onu annesine geri verir.
Bunun üzerine annesi Camısan’a bir eşek alır, yanına balta ve ip verir. Onu mahalledeki fakir çocukların yanına verir ve der ki: “Aklı kıttır; ona odun toplamayı öğretin. Belki her gün bir yük odun getirir, satar da, onunla yiyecek alırız.”
Böylece odun toplayıp, satmaya başlar Camısan. Bir gün yine çıkıp, odun toplamaya gittiklerinde korkunç gök gürlemeleriyle yağmur yağmaya başlar. Camısan ve arkadaşları buldukları yerlere sığınırlar. Camısan da , o anda fark ettiği bir mağaraya sığınır. Sonra, bu ardıç ağacının ardına saklanmış mağaranın içinde kocaman bir kütük görür. Toprağın altında kalmış bu kütüğü alıp götürmek için kaldırdığında altından kapak gibi bir mermer taş çıkar. Arkadaşların aseslenir. Onlar da gelince hep beraber kapağı kaldırırlar. Kapağın altında ağzına kadar balla dolu bir küp vardır. Ama çocuklar emin olamazlar bu bal iyi midir kötü müdür? Aklı kıt olan Camısan’a denetirler balı. Camısan, bir parmak çalar bala ve tadının çok güzel olduğunu görür. “Arkadaşlar, çok güzel bir bal bu; durmayın hemen gidip kap kaçak getirin, bunu boşaltıp götürelim. Nasiptir. Bize rast geldi.”
Çocuklar kimine göre üç günde, kimine göre üç haftada balı satıp bitirirler. Ama küpün dibinde kalan bala kıyamaz Camısan, onu da almak ister. Arkadaşları ne dese de Camısan’ı vazgeçiremezler. Camısan”Bana bir ip bağlayın, küpün içine sarkıtın. Ben kapları doldururum, siz çekersiniz. Bittiği zaman da, beni yukarı çekersiniz” der. Ama balın tamamına sahip olmak isteyen arkadaşları Camısan’ı tüm balı yukarı çektikten sonra kuyuda bırakır ve kapağı üzerine kapatırlar.
Camısan’ın annesine onu yağmurda kaybettiklerini söylerler. Kadın, günlerce ormanlarda, dağlarda dövüne dövüne oğlunu arar ama Camısan yoktur…
Küpün içinde ağlaya ağlaya uyuyakalan Camısan, bir gürültüyle uyanır. YIlanlarla dolu bir yerde olduğunu anladığında çok korkar. Tahtta oturan sakalllı ve yılan gövdeli Şahmaran ona seslenir: “Oğlum korkma, gel yanıma. Sen onlardan ne kadar korkuyorsan, onlar üç katıyla senden korkuyorlar. Gel… Gel yanıma.”
Camısan, çaresiz, yılanların arasından süzülerek gider Şahmaran’ın yanına. Şahmaran: “Ey ademoğlu, benim kusurum ne kadar büyükmüş ki, siz Ben-i Adem yüzünden, 700 yıllık konağımı bırakıp buralara taşındı; yine de ardıma düşüp geldiniz. Kurtulamadım elinizden. Hayırdır yine ne işiniz var benimle?”
Camısan başından geçenleri anlatınca, Şahmaran:”Eyvah! Bir bal kuyumuz vardı, oradan devamlı bal yiyorduk. Allah bereketini vermişti, o baldan ne kadar yesek eksilmez, yeniden dolardı. Ama insan elinin değdiği kurur; bir hayrı kalmaz. O kuyunun da hayrı kalmadı artık.”
Camısan hikayesini anlattıp, bitirince bir süre Şahmaran’ın yanında kaldı. Ama gün geldi ve yalvarmaya başladı yeryüzüne çıkmak için. Ama Şahmaran “Oğlum bu sözden umudunu kes. Sen aydınlık dünyayı göremezsin. Ben canımı bir kez daha tehlikeye atamam. Bir zamanlar Berkıya vardı, o bile aydınlık dünyayı göremedi.” der. Ve Camısan’a Hz. Muhammed’in adını arayan Belkıya’nın hikayesini anlatır… Berkıya’nın hikayesinin içinde de ejderhalar, zümrüdü ankalar ve Şemsi Banu ile Cihanşah’ın masalları gizlidir…
Masal içinde masal geleneğine uygun bir süreç başlar Camısan ile Şahmaran arasında… Ama gün gelir Camısan’ın yalvarışlarına dayanamaz yılanların ecesi…
Bir çift yılan getirir, Camısan’ın gözlerini bağlarlar. Ve yılanlar sürünerek onu aydınlığa çıkartıp, bal kıyusunun başına bırakırlar.
Camısan evine vardığında tam yedi yıl yeraltında kaldığını anlar. Şahmaran’a söz verdiği gibi hemen evini, eşyalarını toplar, anasını ve eşşeğini alarak dağın başına doğru yola çıkar. Söz vermiştir Şahmaran’ın sırrını koruyacağına. Hem sırrı koruyacak hem de asla insanlarla aynı yerde suya girmeyecektir.
Aradan zaman geçer, şehirde paşa hastalanır, hoca der ki: “Paşam eğer Şahmaran’ı bulup üç parçaya keser ve kaynattığın suyu ile yıkanırsan iyi olursun. Derdinin tek çaresi budur.”
Paşa sorar: “Onu nasıl buluruz?”
Hoca der ki: “Hiç dert değil. Herkesi bir hamama koy ve yıka, kimin bedeni suda pul pul olur ise o Şahmaran’ı görmüş ve yerini biliyor demektir.”
Paşa’nın adamları bütün şehri dolaşır, hatta dağın tepesindeki Camısan’ı da bulur ve hamama getirirler. Camısan, hamamda pul pul olan bedenini saklayamaz… Ve paşanın adamlarıyla beraber Şahmaran’ın almaya giderler. Camısan’ı karşısında gören Şahmaran: “Saklanma başkalarının ardına. Gel, sen de hain çıktın. Adımı kimseye söylemeyecektin, söz verdin. Yine de söyledin. Gel bari sen omuzla beni, neden kaçıyorsun?” der.
Yola çıktıklarında, üzüntüsünden kahrolan Camısan’a kendisine ihanet etmesine rağmen, son bir sır verir Şahmaran:
“Şimdi beni götürdüklerinde sana diyecekler ki bunu kes, biz kaynatalım. Sakın sen kesme beni, ben getirdim, siz kesin dersin. O zaman hoca keser ve ateşe koyar beni. Su kaynadığında üstte biriken ilk köpük saf zehirdir. Sana verirlerse sakın içme. Sonraki köpük birikince, onu kim içerse Lokman Hekim olur. Bütün dünya gözleri önüne gelir, tüm sırlar ona açılır. Kalan üçüncü köpüğü içenin ise hastalığı iyi olur.”
Camısan tam söylendiği gibi yapar, ihanet ettiği Şahmaran’ın ona yaptığı bu son iyilik sayesinde Lokman Hekim olur. Artık ona bütün sırlar görünür. Evine döner ve annesine: “Anne babamın kitabından sayfalar kalmıştı, onlar hala evde mi?” der. Annesi sayfaları getirir ve ona verir. Camısan artık Lokman Hekim olmuştur…
Yolu karanlık dünyadan geçen Camısan, aydınlık dünyaya ulaşır ve tüm sırlara erer. Bu yüzden efsane der ki belki de Şahmaran Lokman Hekim’in oğlu Camısan’ın kendisidir….

14 Temmuz 2011 Perşembe


http://www.youtube.com/watch?v=-w_VpAgmNbE

HU HU???


KELİMENİN ANLAMIYLA B.K GİBİYİM... GELİNCE ARD ARDA GELİYOR ÜZÜNTÜ... NASIL HESAP YAPIYOR RABBİM? "HAH BUNU DA TAŞIDI, EVET EVET AZICIK DAHA.... YÜKLEDİM... HALA TAŞIYOR!" MU DİYOR? AMA YANILIYOR... HAVLU ATMAYACAĞINI SANDIĞI KULU DA BİR GÜN GELİR EVDE BULDUĞU TÜM HAVLULARI, ÇARŞAFLARI VE HATTA...
SANA VERDİĞİM NOEL SÖZÜ İÇİN YAŞIYOR GİBİYİM. ACI GÖZÜMÜ YAŞLA DOLDURURKEN, YA DA ÖFKEDEN KAFAM AĞRIRKEN, KOSKOCAMAN DERİN NEFESLER ALIP, SAKİNLEŞİYORUM. GÖZÜMÜN ÖNÜNDE MUTLU BİR NOEL VE GÜLEN YÜZLERİMİZ VAR. İYİ Kİ VARSIN... BAKSANA ŞU HALİNDE BİLE TUTUNABİLİYORUM SANA:)
STELLA BANA "KURBAN PSİKOLOJİSİNE SOKMA KENDİNİ, SİLKELEN VE BEĞENMEDİĞİN ŞEYLERİ DEĞİŞTİR" DEDİ BUGÜN. HAKLIYDI, MALUM ŞAHISLAR BU YÜZDEN SİNİRİME DOKUNMUYOR MU? DEĞİŞTİRMEK YERİNE KABULLENDİKLERİ İÇİN ÖFKEDEN KUDURMUYOR MUYUM? İNSAN BU İŞTE! BİZE AYNA TUTANA GICIK OLUYORUZ!
OF YA, NE ZORMUŞ YAŞAMAK. İNANÇLARIM, TEMBELLİKLERİM, KARARSIZLIKLARIM VE İNADIMLA AMMA UYUZ OLDUM:)) SAHİ BENİ HALA SEVİYO MUSUN?
NOT. KARTA BAYILDIM.... YEMİN EDERİM GİDECEĞİZ! SÖZ.

12 Temmuz 2011 Salı

AYDINLANMIŞ GERİZEKALI


Uzuuun zaman önce, uzaaak ülkelerden birinde kucağına aldığı hayal kırıklıklarının ağırlığından perişan, iki gözü iki çeşme ağlayan bir prenses vardı. Prenses o kadar ağlamış o kadar ağlamıştı ki, gözyaşları Avrupa'nın nehirlerine karışıp, boğazın serin sularına kadar inmişti. Ben bu gözyaşlarını taaaa o zamandan tanırım aslında.... Ne zaman boğaza çıksam aklıma önce bu gözyaşları sonra bir başka boğazın aşk ve hayal kırıklığı efsanesi olan Leandros ve Hero gelir...
Dün gece bir kurt gördüm boğazın kıyısında. Yalılardan birinin rıhtımına inmiş, orada öylece bakıyordu denize.. Sonra ben de eğilip baktım suya...
Kurdu gördüm bizim kayığın altında!
Aydınlanmış bir gerizekalıydı kurt. Karnı hayal kırıklıklarıyla doluydu... İlüzyon dedim içimden. Hepsi, her şey sadece ilüzyon!
Aydınlanmış bir gerizekalıydım ben:)))

11 Temmuz 2011 Pazartesi

38 YAŞ HİÇ BU KADAR GÜZEL KUTLANMAMIŞTIR!

ÖĞRENCİLERİM TARAFINDAN BÜTÜN SURATIM VE HATTA SAÇLARIM ÖPÜLEREK KUTSANDIM BU SABAH. BENİM İÇİN YAPTIKLARI RESİM VE ÖZGE ÖĞRETMENİN YARDIMIYLA İLETTİKLERİ MESAJLAR İNANILMAZDI... DAHA MUTLU OLABİLİR MİYİM BİLMEM.... BURASI GÖKYÜZÜNÜN ALTINCI KATI, SİZE SEVGİ İMPARATORLUĞUNUN CÜCÜĞÜNDEN YAZIYORUM!

ÖĞRENCİLERİMDEN SEDEN İSE GÜNE DAMGASINI VURDU! ŞÖYLE DEMİŞ ÖZGE'YE BANA NOT DÜŞMESİ İÇİN: "SENİN İLK DEFA MI DOĞUMGÜNÜN OLUYOR?"

CEVAP VERİYORUM: "EVET SEDEN'CİM, BENİM İLK DEFA DOĞUMGÜNÜM OLUYOR. BEN İLK DEFA GERİYE DEĞİL, İLERİYE BAKIYORUM. KUCAĞINI BANA AÇANLARI GERİ ÇEVİRMİYORUM. BU YÜZDEN SEVİNCİM KOCAMAN VE BU YÜZDEN SEN BUNU HİSSETTİN:)"

NE GÜZEL BİR DUYGUYMUŞ ÇOCUKLARLA ÇALIŞMAK... BENİ BU YOLA GETİREN HERKESE BİN KERE YÜZ KERE TEŞEKKÜRLER.. HELE Kİ EN YAKINIMDAKİ ÇOCUKLARA VE ANNELERE... BU CÖMERT ANNELERİN GÜVENİ OLMASA BEN BUGÜN LEGOLARLA* OYNAYAMAZ, BU ÖPÜCÜK DENİZİNDE NEFESSİZ KALAMAZ VE DAHA PEK ÇOK ŞEYİ YAPAMAZDIM. YAŞASIN! ÇOK AMA ÇOK ŞANSLIYIM!

* PRUSYA KRALI BANA TEKNE ALMIŞ, BAKINIZ FOTOĞRAF:))))



GÖNLÜNÜN KAPISINI BANA AÇAN, GÜVENEN HERKESE, DOSTLARIMA, ARKADAŞLARIMA VE ÖZELLİKLE DE ÇOCUKLARA TEŞEKKÜR EDERİM. YAŞAMAK ANCAK BÖYLE ANLAMLI....

10 Temmuz 2011 Pazar

BİZİM BALKON UÇUYORDU BU SABAH, RÜZGAR DENİZDENDİ...

Durmadan seni arayıp nasılsın diyemem, farkındayım. Ama burada neler oluyor birazını anlatabilirim di mi? Hani şu geçen gün tekne hakkında konuştuk ya, ben vazgeçtim; yalı daha iyi :))) Biraz pahalıdır herhalde ya, yalıların azıcık yukarısında apartmanlar da var. Belki daire falan buluruz? Olmaz mı? Muse, boğaz havası romatizma yapar diyor. Olsun yaw, ben boğazı seyredeyim de, varsın romatizmam olsun!
Dün gece boğazın suları yavaş yavaş kararırken, başka hiçbir şehirde yaşamak istemezdim diye düşündüm. Yüz kere doğsam, yine burada, bu şehirde doğmak isterdim. Her dönemini yaşamak isterdim İstanbul'un. Biraz Bizans, biraz Roma... Hatta azıcık Osmanlı... Kimbilir belki yaşamışımdır. Belki sırf bu yüzden ilgimi çekiyordur şehirin bütün hikayeleri?
Düşünsene, Galata kulesindeyiz, püfür püfür rüzgar... Aşağıda kayıklar, kalyonlar.. Karşıda saray... Oy oy oy... Ya da benim saraydayız, atladık kayığa Mihrimah Sultan'a gidiyoruz sabah serininde! Veya Teodora sabah kahvesine çağırmış, Çengelköy'deyiz:))
Dün şöyle bir baktım da Kuzguncuk pek dar geldi, en iyisi Çiçekçi veya Kandilli. Hem manzara güzel, hem de erguvanlar var. Ne dersin sana uyar mı?
Yarın sabah erkenden yürüyüşe çıkacağım. Yarın benim doğumgünüm ya, yürüyüş sonrası da çocuklara gideceğim. Dersimiz var. Sonra KınalıAda... manastır tepesinde Rachel ile buluşacağım... Sana çok selamları var. Bir sonraki kargoda suyu da yollayacağım merak etme.
Biraz huzursuzum bu akşam, sanırım fırtına yüzünden... İçimde garip bir duygu dolaşıyor... hayır mı şer mi adını koyamadım. Sanki kolum ya da bacağım kopmuş, yerinde bulantı yapan bir boşluk var gibi... Neyse, yazamadığıma göre gidip okuyayım biraz!
Öperim:)

8 Temmuz 2011 Cuma

36, 37, 38 VE 39 İÇİN BİR KAÇ GÜN KALDI SADECE...


Doğumgünüme bir kaç gün kala, o gün koştururken unutursam eğer diye bir kaç satır yazmak istedim bu sabah.
Zira teşekkür etmek istediğim insanlar var...
Nazmi Hoca'm, hayatı başka bir pencereden sorgulamayı bırakıp, kapıları aramaya çıkmamı sağladığı için.. kendisine bugün, yarın ve gelecek hayatlarda daima müteşekkir olacağım. Onu her hayatta bulmak dileğiyle..
Erol Hoca'm, o olmasaydı ne rüzgar, ne de o rüyalarıma giren yelkenli beni bu kadar keyiflendiremeyecekti. Beni rüzgarla tanıştırdığı için teşekkürler... Her havada ve gezegenin bütün sularında seyir yapmak dileğiyle...
Süper Prenses... Sadece sevgimi kabul ettiği, yanında durmama izin verdiği için ve tabii bana gönderdiği lezzetli kahveler için sonsuz teşekkürler:))
Teyzelerime... Teyze anne yarısı derler, ama bazı insanlar için teyze anne demek:) İki teyzemi de öperim koskocaman, iyi ki varlar!
Burhan'a, yargılamadan seven dostluğu ve yirmi yıla dayanan sadakatimiz için teşekür ederim. Hala "ihanetsiz" ilişkilere inanabiliyorsam, bu onun güzel kalbi sayesindedir...
Muse'a, beklenen ve beklenmeyen tüm incelikleri, farklılıkların sevgi yanında anlamsız kaldığını gösteren varlığı ve benim için "gık" demeden seyrettiği Elton konseri için teşekkür ederim. Kardeşim benim:)
Prusya Kralı'na, O olmasaydı hayatım daha zor olurdu. Eksik olurdu... Hem Kraliçeyi nasıl idare ederdim ben!!! Teşekkürler:)
Victor'a, apansız gidişiyle beni silkeleyip ve bir zeytin ağacı gibi meyvalarımı dökmemi sağladığı için... O gitmeseydi ve giderken beni tıpkı zeytin zamanı ağaçları döven bir zeytinci gibi hırpalamasaydı bugün yaptığım pek çok iş asla doğmayacak, bir masalımız yazılmayacaktı. Onun ölümünden doğan "Vitito ve Elis" masalı için sonsuz teşekkürler...
Eda Lisa ve Leyla Nora'ya, onları hayatıma hediye eden anne ve babalarına sonsuz teşekkürler... Bu iki küçük hanım olmasaydı, bugün onlarca öğrencim ve heyecanla hazırlandığım derslere sahip olamazdım. Bu melekleri hayatımın bir parçası yapan şansa teşekkürler!
Geçmişimde iz bırakmış ve geleceğimde pusu kurmuş herkese, getirdikleri ve getirecekleri tüm dersler için "gecikmiş" ve "peşin" teşekkürler! Onlar olmasa hayatla dansım eksik kalırdı... Hem ayağıma basanlara, hem de beni havalara uçuranlara eşit derecede minnettarım... Bütün bu insanları tanımasam hayat karnaval tadında geçmezdi di mi?? :)))

GÜNÜN ŞARKISI SAĞIRLAR İÇİN!


http://www.youtube.com/watch?v=uL6MsiwaRMo

7 Temmuz 2011 Perşembe

ÖLMEDEN EVVEL YAPMAM GEREKEN 100 ŞEY...

Yok artık... 99 tane kaldı elimde. Birini yapma şansımı sonsuza kadar kaybettim... Şimdi bu doksandokuz taneyle barış imzalamanın tadı var hayatımda... Bunlardan birisi de sana, sen ve ben henüz hayattayken ve sen yazdıklarımı okuyabilirken seni ne kadar sevdiğimi, değer verdiğimi her gün yazabilmek... Bu çok önemliydi. Aramızda gidip gelen paketler, mektuplar ve kartlar hep vardı ama hikayelerin içinde değil de hayatta bunu söyleyebilmek önemliydi ve başardım! Kaldı geriye 98...
Hayatımın hiç bir döneminde bu kadar umutlu olmamıştım. Bu kadar gerçekçi olmamıştım. Olamamıştım.
Not. Şarkının seninle alakası yok ama çok güzel di mi? Kalan 98 işten biri şerefine ! :)))


http://www.youtube.com/watch?v=L7yIDjmoidE

YORGUNUM!

Ama şikayet etmiyorum. Kendim ettim kendim buldum. Üstelik değdi. Hem Elton, hem de yeni sınıflarımın performansı bu yorgunluğa değdi. Tek alışamadığım şey yeni evimizin gürültüsü... Bu mahallede hayat benden evvel başlıyor, oysa diğer tarafta bütün kapıcılardan erken uyanmanın sessizliği var idi... Balkona çıkıp, elime bir kahve aldığımda bir kaç kumru sesinden başka ses olmazdı. Oysa bu evin balkonunda saat 6.00 da bile nefes almaya imkan yok! Zombi mahallesi mübarek! Uyusanıza yaw!
Uzun, huzurlu bir sessizliğe ihtiyacım var. Bazen Bodrum günlerimi özlüyorum. Yani sadece sessizliği, zira huzursuz bir sessizlikti oradaki. Hatta ıssızlık... Elbette özlediğim bu değil.
Şöyle bir model rica ediyorum sevgili tanrım, Bodrum-Londra ve İstanbul arası bir hayat! Mümkünse sen bana ondan ver:)) Baksana yazı yazamayacak kadar bitkinim....

4 Temmuz 2011 Pazartesi

HİKAYEYİ BİLMEDEN SEVMEK

İstanbul'un en güzel gelini bizimdi C.tesi günü. Kalbi güzel, yüzü güzel bir de damat bulmuştu kendine. Yani eksiğimiz yoktu:) "Hayat nadiren de olsa tam olmaya izin veriyordu besbelli."
Bu kızı ilk gördüğüm andan itibaren sevmişimdir ve nedense onun da bir masaldan kovulduğunu içten içe hissetmişimdir.. Üstelik bunca yıldır hikayesini bilmeden, özellikle sevmeden yani gerçekten sevmişimdir.
C.tesi gecesi O, neşeli neşeli yeni hayatına başlarken ve ben masamızda onun hayatının zor dönemleri hakkında daha önce hiç duymadığım hikayeleri dinlerken, yüz kere daha sevindim bu mutlu son için. Evlilik bazı insanlara hapishaneyken, bazılarına yeryüzündeki cennetin anahtarı... Onlar için cennet olacağı o kadar belli, o kadar yüzlerine yazılmış ki, kendi düğünüm de dahil, onlarca ruhsuz törenden sonra bu kadar içten ve olduğu gibi bir güzellik benim için gerçek anlamda büyüleyiciydi.
Evlerinde gibi dolandılar etrafta. Üstlerini başlarını umursamadan, yorgunluklarını çok güzel taşıyarak, olana olmayana sevgi saçarak gülümsediler. İnsanın, "kalbi güzel olsun" ya da "kalbinin güzelliği yüzüne vurmuş" ne demek bir kez daha anladım. Bizim gelinimizin ve damadımızın kesinlikle kalpleri güzel. Bütün ışık oradandı zaten, kalpten...
Mutluluğu çoğu zaman üzerine oturmayan bir kostüm gibi taşıyan, öğretilmiş sevinçlerle bu en önemli günlerden birini harcayan nice sevgili dostu düşündüm... Onlar da görebilsin isterdim. Havadaki sevgi o kadar yoğundu ki, bence C.tesi gecesi bütün İstanbul bunun kokusunu almıştır.
Kardeşim ve kendim* için de böyle kaygısız, içten ve sevgi dolu bir başlangıç diledim. Ne yalan söyleyeyim diledim. Bir daha evlenirsem bunun sadece ve sadece sevgi için olacağına dair kendime söz verdim. Dışarıya bakıp, koşulları değerlendirip bir mühendis gibi karar vermeyecektim, sadece ve sadece içime bakıp evet diyecektim. veya sonsuza kadar susacaktım:)
Havada aşk kokusu olmayacaksa evlenmek neye yarardı? Boşanma istatistikleri, mutsuz ve problemli çocuklar... Boşa geçen hayatların öfkesi ve madde dünyasıyla oyalanan akılsız ruhlar.. olan bu işte.
Bu çembere sıkışmadan ve geçmişin gölgelerine yenilmeden, onları kovalamadan, yeni ve yepyeni bir aile yaratılabileceğine dair inancımı tazeleyen bu güzeller güzeli meleğe ve kendisine çok yakışan eşine sonsuz teşekkürler... Kendimi dünyanın en güzel masalına adımı yazdırmış gibi hissediyorum!
* Muse, Aysel, Küçük İnsan, Değer, Burcu, Burhan ve tüm sevdiklerim için de diledim tabii....

3 Temmuz 2011 Pazar

HER ŞEY SEVGİ İÇİN VE BENCE TEK DİN "SEVGİ"

http://www.youtube.com/watch?v=RwFYUJb03d0&feature=related


GERÇEKTEN BÖYLE DÜŞÜNÜYORUM. BU YAŞIMA GELDİM, BİLDİĞİMİ SANDIĞIM HER ŞEYİ UNUTTUM. YENİDEN ÖĞRENMEK VE BU DEFA SAMİMİ OLABİLMEK İÇİN KOLLARI SIVADIĞIMDA BULDUĞUM GERÇEK SADECE BU OLDU: SEVGİ.
SEVİYORSAN VARSIN, SEVMİYORSAN YOKSUN. BU KADAR BASİT.
DÜN KİLİSENİN AVLUSUNDA İNSANLARIN MERYEM'E OLAN SEVGİSİNİ VE YÜZLERCE YILDIR SÜREN BAĞLILIKLARINI İZLERKEN ÇOK DUYGULANDIM. HEPSİNİN CEBİNDE DUALAR, DİLEKLER, DUDAKLARINDA BİR KIPIRTI... KALBİMDE HEM ÇOK TANIDIK, HEM DE HİÇ BİLMEDİK BİR HUZUR...
ANNEMİN KANINDAN MI, YOKSA BU TOPRAKLARIN BÜYÜSÜNDEN Mİ BİLMEM, SEVERİM BEN ORTODOKS BİZANS'DAN GELEN SESLERİ. ÜSTELİK EN AZ ESKİ CAMİİ'DE, VALİDE ATİK'DE EZAN DİNLEMEK KADAR SEVERİM.
BEN HERKESİN TANRISINA DUA EDERİM. O TANRININ DA SAF SEVGİ DIŞINDA BİR SURETİ OLDUĞUNA İNANMAM. ŞİFA, ŞER, HAYIR HEPSİ ONDAN, HEPSİ BİZDENDİR BANA GÖRE.
DÜN SABAH KİLİSEDE ÖYLE BİR KARIŞTI Kİ SESLER, BİR AN PATRİK EFENDİ "SORDUM SARI ÇİÇEĞE" OKUYACAK SANDIM. İNSANLAR İKONALARI ÖPERKEN, ELİMDEKİ KUTSAL EKMEĞİ GEVELEYEREK SEYRETTİM KALABALIĞI. BİR KEZ DAHA BU TOPRAKLARDA DOĞDUĞUM İÇİN ŞÜKRETTİM.
AZİZ GEORGE İKONASI ÖNÜNDEKİ KUMA BEŞ TANE MUM DİKTİM: BİRİ UZAKLARDAKİ DOSTUMUN SAĞLIĞI İÇİN, ÜÇÜ AİLEM İÇİN VE SONUNCU MUM GÖRMEM GEREKENİ GÖRMEK ÜZERE KALP GÖZÜMÜN AÇILMASI İÇİN...
BU MUMLARI DİKERKEN, AZİZ GEORGE İKONASINDAKİ EJDERHAYA BAKTIM. YERDE UZANMIŞ, ÖYLECE, SIRF ADET YERİNİ BULSUN DİYE ÖLÜYORDU. AZİZİN YÜZÜNDE, BAKIŞLARINDA KİN VE NEFRET YOKTU. GEORGE SAKİN, HATTA HÜZÜNLÜYDÜ BİRAZ... İSTEYEREK DEĞİL DE ZORUNLULUKTAN ÖLDÜRÜYOR GİBİYDİ EJDERHAYI. KİMDİ BU EJDERHA? NEYİ ANLATIR İNSANOĞLUNA?
KİLİSEDEN ÇIKTIĞIMDA GÜN ORTASI, HAYAT ORTASIYDI SAAT.
SONRASI BİR BAŞKA AYİN. BİR BAŞKA TÖREN BAŞLADI. SEVGİ İÇİN VERİLEN SÖZLER, SADECE SEVGİ İÇİN YAPILAN BİR EVLİLİK. İŞTE BU DA BİR İBADETTİ. BU ÇİFTTE EN AZ AZİZ GEORGE VE PATRİK EFENDİ KADAR, HATTA BELKİ ONLARDAN DAHA DA DİNDARDI.

FOUR SEASONS BAHÇESİNDE GEZERKEN ÇARPIŞTIĞIM HAYALETLERE, ASLI VE ÜMİT'İN GÖZLERİNDEKİ AŞKA, BÜYÜK BİR ÖZLEM VE İNANÇLA BAKTIM... HAYATIN AYDINLIK YÜZÜNE YAKIN DURMANIN GEREKLİLİĞİNE VE GÜCÜNE SIĞINIP, İBADETE DEVAM ETMEM GEREKTİĞİNİ GÖRDÜM. BU KARMAŞA YALNIZCA SEVGİ İLE DÜZELEBİLİRDİ. BİRBİRİMİZİ YARALAMAK İÇİN KULLANDIĞIMIZ MIZRAKLARLA DEĞİL...


2 Temmuz 2011 Cumartesi

2 TEMMUZ 2012, BLAKERNA KİLİSESİ

BEN AZ SONRA YOLA ÇIKIYORUM. SİZ BU YAZIYI OKUDUĞUNUZDA AYİN ÇOKTAN BAŞLAMIŞ, BİZANSIN SİHİRLİ DUALARI HALİÇ'E YAVAŞ YAVAŞ YAYILMIŞ OLACAK... ONLARCA, KİMBİLİR BELKİ YÜZLERCE İNSAN, BABA OĞUL KUTSAL RUH İÇİN DUA EDECEĞİZ. VE TABİİ MERYEM İÇİN. SONRA SERİN VE HUZURLU AVLUDA KAHVELER İÇİLECEK... GÜN GÜNDEN DAHA GÜZEL OLACAK:)

1 Temmuz 2011 Cuma

TEMMUZ GELDİ, KORKUYOR MUYUZ? YEHUUU!!!!


http://www.youtube.com/watch?v=QUbHiZnQaKU