30 Kasım 2009 Pazartesi

CAMİ -İ ATİK, VOL.III


Yolun karşısına geçtik, Eski Camii ( 15.YY ) avlusundayız. Burhan, Mustafa, Aziz G. ve ben ayakkabılarımızı çıkartırken, öğle ezanı da okunmaya başladı. Cemaat tarafından linç edilme riskini alarak başıma kapşonumu geçirip - adeta Kenny gibi - dalıyorum içeriye. Namaz kılmaya niyetim yok, alım fikrim kubbedeki meyvaları görebilmekte. Bir de Kabe'den geldiği söylenen taş var ya, acep nerededir?

Önce camiinin ortasına kadar kararlı bir tavırla yürüyorum ve kafamı kaldırıp kubbedeki işlemeleri görmeye çalışıyorum ama sonra şansımı zorlamamaya karar verip, kadınlar mahfiline yöneliyorum. Bu camiinin çok acayip bir havası var. Gerçekten zaman yolculuğuyla geçmişe ışınlandığımızı düşünüyorum. Sanırım bu durumda ezanın da etkisi olmalı çünkü uzun zamandır yani yıllardır bir camiinin içinde ezan dinlememiştim. İnanılmaz bir huzurla bırakıyorum kendimi. Bembeyaz duvarlardaki devasa hatlara dalıp gidiyorum. Deliler gibi merak ediyorum, anlamı nedir acaba bunların? Bir iki tanesini tanıyorum; amin, Allah... Acaba benim HU nerede? Burada var mıdır? Sir'e soruyorum, duvarı gösteriyor, tam yanındayız, HU burada! Çok heyecanlanıyorum.

Beyaz yüksek taş duvarlara yazılmış Arapça yazılar gerçekten büyüleyici... Eski Camii kesinlikle görülmeye değer ve kesinlikle Selçuklu kokuyor... Bu kesme taşlar, bu garip sadelik, bu tanımsız ululuk... Ev gibi!

Keskin bir koku var burada. Tertemiz. Kararlı bir nefes hissediyorum ensemde. Bu camii farklı. Restorasyondan epeyce nasibini almışsa da, Türk-Osmanlı mimarisinin erken örnekleri arasında anlatıldığı kadar etkileyici olmaya devam ediyor. Restorasyon, pardon sabotaj manayı zedelemiş ancak yok edememiş!

Allak bullak çıkıyorum dışarıya. Ne Kabe taşı var ortalıkta, ne de Hacı Bayram Veli... Hay Allah ya dilek dilemeyi unuttum! Yoksa bir dileğim yok mu benim? Dağıldım!

Devamı yarın, yoruldum....


SELİMİYE'DE BAYRAM SABAHI, VOL.II


Hadrianus'un şehrine girdik. Doğruca Şükrü Paşa Anıtı'na gidiyoruz. Kapıdaki güleryüzlü askercikle selamlaştıktan sonra yarım saat kadar, gayet güzel düzenlenmiş ve hem Balkan savaşını hem de o yıllarda yaşananları anlatan bir parkurda dolaşıyoruz. Yolda gelirken, Edirne hakkında açılış konuşmamızı buradan yaparız diye düşünmüştüm ama vazgeçtim. Benim Edirne'den anladığım bu değil. Ben Edirne'yi anlatırken sanattan ve aşktan bahsetmek istiyorum. Bu yüzden Balkan Savaşı gazilerinden ve özellikle Şükrü Bey Amca'dan özür dileyerek, huzurlarından çekiliyoruz!


Sırada Selimiye var... Bu ilk görüşüm değil onu ama içine içine bu kadar dikkatli bakışım ilk. Çünkü ilk kez, ben de onun içime içime bakmasına izin veriyorum... Hayatımda ilk kez kutsal mekanları inançla geziyorum. Bu defa anlatılanın değil, hissedilenin izini sürüyorum... Selimiye sadece teknik olarak bir şahaser değil. Onu büyük yapan şey ne Sinan ne de Sultan Selim. Bildiğimiz bir camii nihayetinde. Ama sırları var... Gözleri var. Selimiye'de akıllara zarar bir tılsım var. Serviler var, çark-ı felek var, kalem işlerinin en alası var. Pencerelerden sızan ışığın sihri var. Sinan'ın giderayak bıraktığı dualar, şiirler ve hayat var.
Sanatın en sonsuz en büyüleyici hali tapınaklar. İster inanın, ister inanmayın oradayken havada uçuşan mesajların, dileklerin trafiğini kalbinizde hissedebiliyorsunuz.
Bir bayram sabahı Selimiye'de, tam orada, bedenimin içindeyim.


Camiinin bilinen ve en sevilen hikayelerinden biri ters lale. Ters Lale... Sir büyük bir dikkatle arıyor. Buraya kadar geldiysek görmek istiyoruz kendisini. Ama yok! Bir iki tur dönüyoruz müezzin mahfili etrafında ama yok işte. Tam vazgeçmişken aniden görüyorum onu! Dokunmaya korkuyorum. Oturup ona lalelerle ilgili hikayelerimi anlatmak istiyorum fakat etraf çok kalabalık... Hem zaten biliyordur diye düşünüp vedalaşıyorum laleyle. Laleleri ardımda bırakmak ve taşlara kazınmış suskunluklarına teslim olmak bana hiç zor gelmiyor. Bunu daha evvel de yapmıştım...
Kim bir çiçeğe teslim olur ki Küçük Prens'den başka?


Camiinin avlusundan müzeye geçiyoruz. İçeride küçük küçük odacıklarda Osmanlı kültüründen değerli parçalar sergileniyor. Her ne kadar Edirne Sarayı'nın yerinde yeller esiyor olsa da, dönemin etkisi hala çok güçlü...
Oradan çıkınca avluya dökülüyoruz hep beraber. Ne gariptir ki bu avlu da tıpa tıp Süleymaniye'nin avlusuna benziyor. Sadece daha küçük. Fakat yapraklar inanılmaz güzel... Kızılın her tonu etrafta. İşin güzel tarafı kızılın maviyle yaptığı kontrast. Gökyüzü açık, bulutsuz ve gerçekten mavi. Tepeden tırnağa kızıla bürünmüş çınar ise yangın yeri gibi.


Çok çok fotoğrafımız olsun istiyorum burada. Sağolsun beyler beni kırmıyorlar. Bol bol şımarıp, kocaman kocaman kahkahalar atıyorum camii avlusunda. Sinan'ın ruhu etraftaysa, eserinin bizi ne kadar coşkulandırdığını görüp, gülümsüyor olmalı. Kafamı kaldırıp ben de ona gülümsüyorum.


Burhan'la en güzel fotoğraflarımız burada çekilmiş oluyor böylece. Tabii Sir, Aziz G. ve Muse'la da. Ama Burhan'la olanlar başka... Birlikte yaşlandığım dostumla beraber objektife gülümserken hiç zorlanmıyorum. Burhan yanımdayken gülmek de kolay, ağlamak da...
Devamı akşama...




29 Kasım 2009 Pazar

EDİRNE NAM-I DİĞER HADRIANOPOLIS, VOL.I


İnsan sabah altıda neden kalkar yataktan? Bir uyuyamamıştır ve uyumaya çalışmaktan yorgun düşmüştür, iki erken kalmasını gerektirecek bir planı vardır, üç manyaktır, dört hepsi!


Ben sabahları çok kolay kalkarım yataktan, sanki hiç uyumamış gibi ya da az evvel uyuyan ben değilmişim gibi. Bu yüzden ayılmak için aslında ne kahveye ne de soğuk bir duşa hiç ihtiyacım olmaz. Ama yine de adet yerini bulsun diye kahvemi yapar ve fincan elimde giderim banyoya. Bu sabah da aynısını yaptım; derin bir uyku için sızlana sızlana sabahı ettim ve ardından ılık bir duş alıp henüz karanlık olan sokakları seyretmeye başladım pencereden. Çok uzun sürmedi, hava aydınlandı ve beklenen şövalyeler sokakta belirdiler. Tam saçlarımı balkondan aşağıya uzatacaktım ki, ne kadar demode olduğunu fark edip - sonunda! - merdivenleri üçer beşer atlayarak sokağa indim. Sir, Aziz G. ve Burhan bahçe kapısında bekliyorlardı ve bir diğer şahane insanı soğukta ağaç etmeyelim diye çabucak doluştuk arabaya. ( Dikkatinizi çekerim, millet bir taneye hasretken, ben sabahın köründe dört yakışıklı adamla buluştum!)


Saat tam 07.00 ve biz Edirne yolundayız. Sir ve ben ilk kez gitmiyoruz Edirne'ye ama diğerleri için bu gezi ilk olacak. Yine de koşullar eşit sayılır çünkü bugünün amacı sadece hoşça vakit geçirmek değil; kısa bir süre sonra Edirne'ye getireceğimiz bir topluluğu nasıl bir rotada gezdireceğimizin planını yapmak. Kerubim. Bu projeyi bilmeyen kaldı mı? Hadi canım:))


İstanbul'dan çıktığımızda ya da şöyle diyelim Kostantinopolis'den çıktığımızda hava yağmurluydu, sonra neredeyse yolun tam ortasında bir sis bulutunun içinden geçip hiç beklenmedik bir anda ışıl ışıl bir güneşle girdik Hadrianopolis'e. Yolculuk içinde yolculuk vardı ya, ben hangisini anlatsam bilemedim şimdi. Osmanlı tarihi içinde yaptığımız geçmişe yolculuğu mu, Koca Sinan'ın ayak izlerini takip eden meraklı keşiflerimizi mi, yoksa geçmişle geleceğin kavşağında otostop yapan içimdeki şaşkının mı?

Yollar ücretsiz, gişeler açık... İstesem de istemesem de başa saracağım; hem Osmanlı için, hem de kendim için...


Arkası yarın...



Not. Fotoğrafta camii içindeki uçuş, bir tür yükselme denememi görüyorsunuz. Öyle ya da böyle, balonla, meditasyonla veyahut aşkla... Bir şekilde uçacağım, biline:))

28 Kasım 2009 Cumartesi

TANRIYA FOTOMODEL OLMAK...

O gün gökyüzünde şimşekler çakıyor, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu.
Küçük kız her sabah olduğu gibi annesinin sesiyle uyanmış, kahvaltısını etmiş ve okuluna gitmek üzere yola çıkmıştı. Ancak şimşekler birbirinin peşi sıra o kadar gürültüyle çakıyordu ki, küçük kızın annesinin içini bir endişe kaplamıştı. Anne, yavrum bu havada yolda yürürken korkmasın diye düşündü. Sırtına bir şey geçirdi ve sokağa fırladı. Okul yolunda kızını aramaya başladı... Derken bir de baktı ki, kızı az ileride minik adımlarla yürüyor, şimşek çaktığı anda durup gökyüzüne bakarak gülümsüyordu.Anne kızının bu davranışına pek bir anlam veremedi; meraklandı. Yanına yaklaşıp sordu: "Yavrum, hiç korkmadın mı bu havada yalnız yürümekten? Hem ne zaman şimşek çaksa durup yukarı bakarak öyle ne yapıyorsun?" Küçük kız cevap verdi: "Gülümsüyorum... Çünkü Tanrı fotoğrafımı çekiyor."

Yaşamı nasıl algılıyorsak öyle yaşıyoruz diyenler yanılmıyorlar galiba....



Bu küçük hikaye - kimbilir belki de gerçektir? - geçen hafta gelen mailler arasındaydı. Sanki tam da bugün lazım olacağını hissetmiş gibi sakladım... Az önce Külkedisi blogunu kapatmaya, daha doğrusu kendini kelimelerle ifade etme yolunu kapatmaya karar vermiş... Hiç üzülmedim. Çünkü zaman zaman ben de bunun sağlıklı bir karar olduğunu düşünüyorum kendim için.


Bazen yazı yaşamanın önüne geçiyor, hatta bir tür kehanet oluyor... Yazdıklarımızla, çok uzun zaman önce beslemekten vazgeçmemiz gereken yaraları, çoktan tarih olmuş acıları ve o acıların gözyaşlarımıza doğmayan kahramanlarını besliyoruz... Bir kaç güzel cümle yazmak adına giriş çıkışına şifre koymadığınız bu sanal adreslerde umutsuzca sihir yapmaya çalışıyoruz kelimelerle... Umutsuzca...


Külkedisi bu yolu tüketmiş. Yazarak mızıklamasını paylaşmaktan vazgeçmiş. Belli ki başka bir yol çıkacak karşısına. Büyük bir heyecanla bekliyorum. Benimle de paylaşmasını umut ediyorum. Ve aynısını kendim için diliyorum. Başka bir yol...


Bugün ashramda likör ve kahvelerimizi yudumlarken, hocam "belin ağrıyor, çünkü sırtın ağrıyor. Sırtını kimseye dayayamadığın için yalnız mı hissediyorsun, biz sana yeterince güç veremiyor muyuz? "dedi. Açıkcası etrafımda bu kadar çok dost varken hiç yalnız olduğumu düşünmemiştim... Ama bu beklenmedik cümleler beni epeyce düşündürdü. Evet, hem yalnızdım, hem de değildim. Ailem ve beni çok seven dostlarım vardı, şımarmak için onlarca sebebim; uzun güzel saçlarım, hayallerim, seyahatlerim, planlarım...


Fakat hastalanmıştım. Sol tarafım hasarlanmıştı. Dişi parçam, yaratıcı hücrelerim zedelenmişti. Yaratamaz hale gelmiştim. Nicedir yazamıyordum, yemek pişiremiyordum ve hatta çizimlerde bile bir tutukluk vardı. Yaşadığım duygusal felç, fiziksel olarak da ele geçirmişti beni. Hala da tutukluğum var. Tek farkla artık anladım. Gerçeği kabullendim.


Hastalığım şuydu. Hayatında olmadığım ve hayatımda olmayan birine anlamsızca, koşulsuz ve sorgusuz sualsiz güvenmiştim. Hayat nereye giderse gitsin, yanımda kim olursa olsun, onun bu şehirde ve bana bir telefon uzaklıkta nefes alıyor olması büyük bir güçtü. Maddi ve manevi güvenebileceğim tek insandı o. Hatta Külkedisi "nedir bu insanın senin üzerindeki gücü? " diye sorduğunda, "gezegenin sonu gelse ve tek jetonum olsa onu ararım " demiştim... Sonra bu aniden değişti. Ruhumu, hocamın tanımıyla sırtımı dayadığım o büyük inanç yerle bir oldu. Geriye kalan da "hiçkimse" idi. Yazmak, ağlamak, hakaret etmek ve benzeri her şey sadece öfkemi, hayal kırıklığımı büyüttü. Ağrılarımı arttırdı. Yaratıcılığımı baltaladı. Bir tek hikayeyi bile sonlandıramadım aylardır...


Desteğimi kaybetmiştim. Hayatta ilk kez yarım hissetmiştim. Ama geçti. Ben bu blogu çok hor kullandım. Kızdım yazdım, nefret ettim yazdım. Çünkü lazımdı. Çünkü o zaman öyle gerekiyordu. Şimdi öfkem geçti. Hasara uğrayan parçam iyileşmeye başladı. İçinde bulunduğum duygusal felçten bir gün tamamen kurtulacağıma inanmaya başladım. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını ve hala bir şansım olduğunu anladım... Külkedisi'nin dediği gibi "yazdım ve bu yaralanmaya çok açıktı..."* Ama ama başka çarem yoktu ki!


Bu yıl bitmeden evvel iki hediyem olacak sabırlı blog okuyucularına; bir tanesi Eda Liza'nın "dördüncü yaş günü masalı". Diğeri ise uzun zamandır taslak halinde kalan ve muhtemelen asla basılmak için hazır olamayacak bir hikaye: Çark Dönümü Fırtınası...


Sonrasında da İstanbul ve yakın yerlere yapılan geziler hakkında yazmaya devam edeceğim. Aralık'ta Konya'ya gidiyoruz, söylemiş miydim? Yarın Edirne'ye, haftaya Sapanca'ya. Yani burada hala okumaya değer bir kaç şey olabilir meraklısına...


Zaman zaman elbette yakınacağım, elbette serzenişlerim olacak. Ama Virgilius'u dinleyip bu blogu kapatmamak için direneceğim. Yaşadığıma dair tuttuğum bu "açık günlük" bana çok değerli ilişkiler kazandırdı. Fiilen ölmüş, ya da sadece benim için ölmüş olanlarla buradan hesaplaştım, vedalaştım. Sevdiklerime güzel sözler, sevmediklerime kırgınlıklar savurdum. Gezdiğim yerleri yazdım. Özlediğim mekanları, insanları anlattım. Kısacası ihtiyacım vardı ve yazdım.


Her neyse, inanmaya ve olumlu bakmaya, yargılamamaya dair epeyce de yol aldığımı hissediyorum. Bir halıcının kızı olarak dokuduğum halılarla da anlatabilirdim duygularımı ama sessizlik yemini edemeyecek kadar sabırsızım. Üstelik kelimelerimin üzerine basıp geçenler, kimbilir halılarıma ne yaparlardı?
*J. Winterson....
Gecenin Şarkısı:

26 Kasım 2009 Perşembe

KUTLAMA


HERKESE SEVDİKLERİYLE BİRLİKTE GEÇİRECEKLEGÜZEL BİR BAYRAM DİLİYORUM...

25 Kasım 2009 Çarşamba

GERÇEK DOST HOCANIN KAZANI GİBİ DOĞURUR....




Bu yazının konusu "Altınçekiç Ailesi"dir. Yukarıdaki şarkı da onlara ithaf edilmiştir...




Sevgili Meltem, benim yirmibir yıllık arkadaşımdır. Dostumdur. Yirmibir yıl önce başlayan ve fazla sürmeden bitiveren tiyatro maceramın en vazgeçilmez kazançlarından biridir kendisi. Diğeri de T. Korkut.

Meltem'le zaman içinde görüşemediğimiz yıllar olduysa da kalben birbirimizi hiç kaybetmedik. Onun sağduyusu, akılcı yaklaşımları, hayatı asla yakalayamayacağım bir ucundan anlamamı sağlayan zekası, beni daima büyülemiştir. Mert kadındır Meltem. Hani "hükümet gibi kadın" derler ya, işte tam anlamıyla öyledir. Ne nazı, ne niyazı olmayan insan gibi insandır. Sade, yalansız dolansız...
Kalp kırmaktan korkar, yine de sözünü esirgemez. Açık açık, lafını sakınmadan konuştuğunda az biraz zorlar insanı ama geleceğe dair ön görülerinde neredeyse daima haklıdır Meltem. Hakan'la benim fazla iyimser ve romantik tavırlarımız karşısında adaletin ve gerçekçi yaklaşımın sembolü gibidir sözleri. Onurludur. Sadece kadın değil tam anlamıyla insandır. Evi ve ailesi için durmadan çalışan, yorulmaktan gocunmayan, kırk yaşında bir üniversite daha bitirecek kadar da hayata tutunan bir insandır. Gördüğüm en fedakar ama en başı dik annedir. Sevdiğine bile eğilmez. Bu yüzden de fazlasıyla saygıya layıktır.

Şu gezegendeki en şahane adamlardan birini de bütün bu Allah vergisi özellikleriyle seçmiştir. Bütün şehri dolaşsanız sayısı, elin parmağını geçmeyecek kadar azalmış adamlardan birini bulup, kendine aşık etmeyi başarmıştır. Bu başarılı seçiminin sonucu olarak da hayat onu ödüllendirmiş ve pırlanta gibi bir evlat vermiştir; Ozan.

Meltem ve Hakan'ın evliliklerinin ilk yıllarında nedense pek görüşememiştik. Beni bir okul bitirme ve yüksek lisans yapma telaşı almıştı ama Londra dönüşümde nihayet Hakan'la tanışmıştım. Hatta onun ajansında çalışmaya başladım! Gönül isterdi ki o ajans sonsuza kadar açık kalsın ve ben de Hakan'la beraber oradan emekli olayım. Ama kısmet değilmiş. Yine hayallerimin bir köşesinde hep vardır Hakan'la çalışma isteği. Kim istemez ki içi dışı tertemiz bir mesai arkadaşı? Üstelik pratik zeka ve kahkaha krizleri de bedava!

İlk tanışmamızda gayet mesafeli, üstü başı jilet gibi olan bu adamın kısacık bir zamanda "en sevdiklerim" listesine yerleşeceği hiç aklıma gelmezdi. Hakan sadece dostumun kocası olduğu için değil, hayattaki duruşuyla da sevdiğim bir dost oldu. Kelimenin tam anlamıyla gerçek bir beyefendidir Hakan. Bu zamana sürgüne yollanmış, hassas bir ruhtur...

Saçı başı daima derli toplu, elleri tertemiz, gözlük camları pırıl pırıl ve kıyafetleri henüz vitrinden çıkmış bir mankeninki kadar kusursuzdur. Meltem ve ben "hafif" pasaklı kalırız onun yanında. Fakat sadece görüntüyle bitmez anlatacaklarım; gizli derviştir Hakan. Kimse hakkında kötü konuştuğunu duymazsınız. Kimseyi aldattığı, yalan söylediği ya da maddi, manevi mağdur ettiği görülmemiştir.

Ailesine ve geçmişine bağlılığıyla daha da saygıdeğerdir benim gözümde. Hayatımda onun kadar eşini seven adam ne gördüm ne duydum. Bir şiiri vardır ki Meltem için ( hani Taksim Parkı'nda geçen ) ne zaman okusam ağlarım. Yaşadığımız dönemi ve insanların birbirlerini ne kadar hızlı harcadıklarını düşünürsek bu bahsettiğim şey az buz bir hal değil. Belki de ben Hakan'ı Meltem'e olan aşkı yüzünden bir o kadar daha severim.

Yeniden onlara dönersek, Meltem'le Hakan benim dostum olmanın dışında birbirlerinin de dostu olmayı başarmış ender çiftlerdendir. Onların tatlı sert atışmaları, birbirlerini kızdırmaları bile o kadar dozundadır ki, övmemek, hayran kalmamak zaten mümkün olamaz.

Çağın tüm çirkinliklerine karşı direnmeyi ve bir arada kalmayı başarmış olan bu aile, daima dualarımdadır. İçi boşaltılıp, sadece resim olarak devam eden göstermelik ailelerle kuşatılmış çevremde, üç beş numuneden biri, insan olmak ve koşulsuz sevmek üzerine görebileceğiniz en harika örnektir onlar.

Asla vazgeçmemek ve daima yan yana durmak konusundaki azimleri, içtenlikleriyle çocuklarına örnek oluşları nasıl da güzeldir. Sevgiyle yapılmış bir çocuk, babası annesine aşkla bakan bir çocuk kadar sağlıklı ne olabilir hayatta? Geleceğe, ilişkilere ve evliliğe tertemiz travmasız pırıl pırıl bir evlat taşıyor olmak az mıdır?

Nice kadın biliyorum ben; kocasıyla parası, sosyal statüsü için oturan ve bunun aşk olduğuna başta kendisi olmak üzere ailesini ve etrafını inandırmaya çalışan. Özsaygısını paspas yapıp, onurunu rafa kaldıran... Ya da karısına olan "sözde" vefa borcuna karşılık veya onunla sosyal hayatta çizdiği tablonun kasasına getireceği paralara hürmeten, mutluluğu fırlatıp atacak kadar maneviyatını yitirmiş kocalar... Koca diyorum çünkü onlar "adam" değil! Bu örneklere öfkem azalmadı gitti!!

Dünya bu kadar raydan çıkmış, dost dediklerimiz kendilerini hayatlarımızdan bir bir elemişken, Meltem, Nasreddin Hoca'nın doğuran kazanı gibidir; onun dostluğu dostlar doğurmuştur. O, Hakan'ın dostluğunu doğurmuştur, sonra Hakan da Ozan'ın dostluğunu. Üçü de dostumdur benim. Üçü de kıymetlimdir...

Zeka, espri yeteneği, aileye bağlılık ve hayata uyumlarıyla beni geleceğe dair umutlandırır Altınçekiç Ailesi. Meltem'in güzel yemekleri, Hakan'ın unuttuğumuz değerleri anımsamamızı sağlayan şiirleri ve Ozan'ın insan gibi insan olarak yetişmesini izlemenin keyfi benim kazançlarımdır bu dostlukta.

Anlattıklarım karman çorman olduysa da affola, birazcık tanıyın istedim onları... Benim gibi sizi de umutlandırsın istedim varlıkları. Aranızda evli olanlar evliliklerine baksınlar, bekar olanlar da evlenmekten ne beklediklerini sorgulasınlar istedim. Kısacık hayatlarımızda gözümüze takılan kötü örneklerin yanında hala geleneksel yapıyı muhafaza edebilenler de var demek istedim. Üstelik bunu içtenlikle yapabilenlerin varlığını müjdelemek istedim...



Not. Resmini gördüğünüz şiir kitabı Hakan'ındır: VAZGEÇİLMİŞ ZAMANLAR....





AĞLAMAK VE GÜLMEK KARDEŞTİR.


Fotoğraflar şimdi geldi. Sabah ağlıyordum şimdi gülüyorum. Ayarım bozuldu yine. Yine! Her şey bu kadar mı zıddıyla "var"olur? Teşekkür ederim sevgili Sir:) Daha uzun yıllar dostlarımızla; gülmek, gezmek ve çalışmak dileğiyle... İyi geceler...
Önemli Not. "Dostlar, Tanrının bize vermeyi unuttuğu kardeşlerimizdir" der bir buzdolabı magneti, değil mi Muse?

24 Kasım 2009 Salı

VELİ.....

Bodrum hakkında yazmayalı çok olmuş... Hatta içim acıdı geçen C.tesi günü Bodrumlular buluşmasına katılamadığım için. Keşke koşulları zorlasaydım da gitseydim... Gerçi gitsem ne olacaktı ki? Biz, o zamanların soluk resimleri arasında mızmızlanmaktan gayrı bir şey yapıyor değiliz ki... Yapamayız da, çünkü o ruh yok bizde. Öykündüğümüz şeyler var ama sadece o kadarız. Çok güzel bir yemek yemiş ama tarifini almadan sofradan kalmış misafirler gibidir Bodrumlu çocuklar. Nerede ne yersek yiyelim aklımızda hep o ilk lezzet vardır. Daha iyisi, daha güzeli de sunulsa ruhumuz tatmin olmaz... Olamaz... Bu bir şans mıdır yoksa lanet mi bilemiyorum. Ama hiç bir koku bilmiyorum ki Bodrum'dan daha güzel, daha içime dokunan.
Nasıl mı kokar Bodrum? Şöyle:
Misss gibi mandalin kokar. ( Renin Teyze beni "mandalin kokulu kızım" diye sevmişti de geçen yıl, ağlama krizi geçirmiştim... Yani o kadar önemlidir mandalin ) Mevsiminde o kadar çok mandalin yenir ki, insanın sağ elinin işaret parmağı ile başbarmağı turuncuya döner. Günde iki kilo mandalin yediğim zamanları bilirim. Çünkü doyamazsınız. O mandalinler sadece C vitamini içermez. Garip bir büyüsü vardır. Tıpkı anemonlar ve nergisler gibi. Nergis en güzel orada kokar. Anemon en çıldırtıcı renklerine orada kavuşur. Adaçayı en güzel Aleko'nun Kahvesinde içilir....
Deniz kokar Bodrum. Kış aylarında bile ışıl ışıldır su, atlamak istersiniz. Kış güneşi aklını başından alır insanın. Kazakla, çizmeyle yayılırsınız Raşit'in Kahvesi'ne, ( gerçi şimdilerde adı Bodrum Cafe ya neyse... ) anılar kokar. Gözlerinizi kapatır, otuz yıl önceye gidersiniz.... Masaların arasından topladığınız MEYSU kapaklarıyla oynadığınız oyunların, Körfez Restaurant'dan aldığınız ekmek içiyle beslediğiniz balıkların ve yengeçlerin yüzünüze üflediği derin, mavi suların kokusu dolar ciğerlerinize. Yaşlar süzülür yanaklarınızdan... Tam Fahri Kaptan'ın dükkanının önündeki masada öğleden sonra güneşinde sohbet eden baba dostlarının ruhları tek tek geçer yanınızdan... Aralarından birine sarılabilmek için neler vermezdim diye sızlanır, dudaklarınızı kanatana kadar ısırırsınız....
Çökelek, keçi peyniri, zeytin ve balık kokusu sinmiştir mutfaklara... Sokaklara...
No 7 Orhan, Kirli Memet, İbrahim Şakar, Huke, Çiçek, Deli İbram, Kirli Memet, Ahtapotçu Eşref, Hasan Fidan, Ali Karabak, Metin Akman, Parmaksız Coşkun, Zarife Anneanne, Dr. Alim Ekinci, Perizat öğretmen, Alp Arkök, Fatma Teyze, Ali Efe, Kayhan Amca, Burhan Uygur, Mehmet Sönmez, Mustafa Yeşilova, Dursun Mutlu (Süngerci), Gazeteci Yılmaz, Çakır Ali, İlhan Berk, Adnan Oğuzman, Semih Yazıcıoğlu ve niceleri yoktur artık... Ve hatta Veli Amca...
Ali Güven, Kral, Süleyman Kocaoğlan ( dedem ), Pozan Amca, Ali Sur, Fahri Kaptanın değerli eşi, Turan Teyze, Babür Amca, Birol Kutadgu, İbo, Kara Ayşe, Renin Teyze, Sabiha Ebe gibi bir elin parmağı kadardır kalanlar... Ne acı...
İki gün önce Veli Amca ölmüş. Dün öğrendim. Veli Bar çok değerlidir benim için. Benim yaşımdaki tüm Bodrumlu çocuklar için önemlidir. Orası adı bar ama bardan ziyade "lokal pub"* olma özelliği taşıyan bambaşka bir yerdir. Birileri rakısını, birileri kahvesini içer orada. Hepimizin anne ve babalarının buluşma noktasıdır. Noktasıydı.. İçerledi demeliyim aslında.... Dilim varmıyor... Ne oyunlar oynamışızdır bahçesinde. Burhan Amca'nın** pek çok bodrum tablosunda görürsünüz Veli Bar'ı... Rahmetli çok severdi orayı... O kadar da yakışırdı ki incecik silüetiyle... Babamla ikisi acayip tezattılar görüntüler aleminde. Ama babamdan sonra uzun yaşamadı Burhan Amca, çabucak buluştu ruhları yeniden... Ne yazık ki aynı şeyi ben ve Tuna başaramadık... Diyorum ya biz sadece öykündük....
Sıra bize geliyor. Ruhu hala çocukken yaşadığı lezzeti arayan ve bu sebeple yaşadığı hayattan tatmin olamayan, aklını hatıralar denizinde yitirmiş olan bizlere... Çok değil, on, bilemedin onbeş yıl sonra birbirimizin ölüm haberlerini almaya başlayacağız. Zaten şimdiden başlanmadı mı boşanmalar, hastalıklar....
Çok üzülüyorum. Keşke bir gün için bile olsa "eski Bodrum'da", "benim Bodrum'umda" dolaşabilseydim... Payam'la, Müge'yle güzel güzel giyinip limana inseydik. Emine ve Yunus Arşipel'in önünde Mehmet Deniz'le oturuyor olsalardı... Sonra Sonat gelseydi... Han'a yürüyüp Süha'yı görseydik...
Bugün çok üzgünüm. İçimdeki Bodrum defterinin son sayfalarına yazıyor olmaktan dolayı canım yanıyor... Artık bana ait olmayan bir parçamın uzaklarda bir yerlerde yabancı kollarda can çekişiyor olmasına katlanamıyorum... O mandalinleri kesip, villalar inşa eden zengin insanlardan, onların yetiştirdiği ruhsuz, her şeyi satın alabileceğini zanneden şımarık çocuklarından neredeyse nefret ediyorum. Birbirini zerre kadar sevmeden sevişen, içi pislenmiş insanlara peşkeş çekilen o canım kasabamı bu hale getiren herkesten nefret ediyorum.
Anılarımızı kirletiyorlar. Gidilecek bir köyümüz kalmadı bizim... Sürgündeki tüm arkadaşlarıma başsağlığı diliyorum... Özellikle Ağıt kardeşimize... Allah sabırlar versin...

*gerçekten pub; bildiğiniz, insanların iş çıkışı ya da gün ortası uğrayıp eşini dostunu görüp iki lokma yiyip içip güzel müzik dinlediği yer. Yerdi...
** Burhan Uygur

22 Kasım 2009 Pazar

DON'T SPEAK


SİS


Yataktan hızlıca kalkılır. Doktor tam tersini söylemiştir ama o nereden bilebilir ki gece görülen rüyaları, uykusuzluğu ve sabahın iple çekildiği saatleri... Umursanmaz bel ağrıları, umursanmaz bacakdaki ödem. Toplar damar, derlenip toplanıp dolaba kaldırılır. Hem doktor gerçekten çok biliyorsa nedir bu kalbi zorlayan ödem? Neden iyileşmez?
Onbeş dakikada yıkanılır, ikinci onbeş dakikada saçlar kurutulmuş ve bir termos dolusu kahve hazırlanmıştır bile. Son onbeş dakika; yatak toplanır, sandviçler hazırlanır ve kalp bir kavanoza kapatılıp* evde bırakılır. Ödemlidir. Cezalıdır.
Az sonra Sir gelir. Arabaya atlanır ve karanlık bir haftanın altıncı gününde sisli, puslu yollara düşülür. Burukluk, bıkkınlık, manasızlık asfalta serpiştirile serpiştirile önce dağlara tırmanılır, ardından boğazın kıyısına ulaşılır. Yeni bir tekke ve iki kilise eklenir bahar rotasına. Hasan Usta'nın çömlek atölyesine kutsal bir ziyaret yapılır. Oraya son geliş anımsanır... Erguvanlar... Polonezköy-Venedik arasında sıkışır geçmiş... Evdeki kavanozun kapağı zorlanır...
Çantadaki çömleklerin tıngırtısına, Kandilli sırtlarındaki "Kerubim"li Rum kilisesinin güzel koruyucusu Katherina'nın gülüşü de eklenerek, Göksü kıyısında enfes bir yemek yenir. Garson kızın güzel gözlerine ve nezaketine övgüler yağdırıldıktan sonra, çok özlediğim dostumun hediyesi olan Sir'le dertleşilir... Daha da tanışılır... Meksika biberleri özlenen dostun yanında olamamak kadar yakmaz... Ama acıya alışılır... Gün çekilir. Sis anaçtır bugün, kucaklar karanlığı.
Adaların görülemediği bir terasta, herşeye rağmen orada olduklarını bilmenin garip hazzıyla ve belirsiz geleceğe teslimiyetin rehavetiyle, kahveler içilir... Bir sonraki haftanın planı yapılır. Konserler, çizimler, Hadrianopolis'e yapılacak gezinin metinleri üzerine konuşulur.
Gece, bir başka dostun sofrasında Şeb-i Aruz heyecanı** ve şarapla sona erer... Eve dönülür, kavanozdaki kalp yerine konur ve "dark side" sisi yırtıp, gözlerden içeri girer... Hadi uyu bakalım!
* bakınız J. Winterson,TUTKU.
** Konya'ya gidiyoruz söylemiş miydim?

20 Kasım 2009 Cuma

ÇAĞ ERÇAĞ & ROB DOUGAN


P.tesi günü ( 23 Kasım 2009, saat 20.00 ) Çağ Erçağ* ve arkadaşlarını dinlemeye gidiyoruz. Süreyya Operası’nda sahne alacaklar. Kendisini ilk kez 2007 yılında Müzik Festivali’nde dinlemiştim. Çaldığı enstrümana ve esere kendi kimliğinden izler bırakabilen, hani büyüklerin dediği gibi "şeytan tüyü olan” bir adam. Ufacık tefecik ama öyle bir ışığı var ki, sahneye fırlayıp adamı kucaklamak istiyorsunuz.
Yanında çalan abiler de fena değiller fakat bu sözümü yazın kenara, Çağ Erçağ yakında bütün gezegenin dinlediği bir müzisyen olacak. Çocuklarınıza onun konserlerini anlatacaksınız. Salonun nasıl coştuğunu, müzik dinlemenin hazzını...

Ayrıca ne alaka diyeceksiniz ya, en az Çağ Erçağ kadar beni duygulandıran bir diğer adam da Rob Dougan. Yanlış duymadınız. Bu adamın yaptığı müzik insanı ayık kafayla uçuruyor! ( ayrıca yakışıklı sayılır, meraklıları google araması yapabilirler, ben yaptım da söylüyorum:)) Ne zaman dinlesem kendimi deniz kenarında son sürat giden bir arabada ya da orsalamış bir yelkenlide hissediyorum. “Clubbed to Death” bence muhteşem bir düğün şarkısı olabilir. Melodi hayatta var olan her şeyi fazlasıyla hissettiriyor; geçmiş, gelecek... Bu müziğe rağmen evet denilmişse zaten işler yolunda demektir!



*Çello severler bu ismi mutlaka duymuştur ya da artık biliyorlar!
Önemli Not: Kasım dolunayı kaçtı ama dışarıda harika bir yeniay var.. Ay Takvimine göre yaşayanlar ne demek istediğimi anlayacaklar:))

OUT OF MY MIND


18 Kasım 2009 Çarşamba

... İÇİN GÜZEL BİR GÜN


Gerçekten güzel bir gün. Hava sıcak, terletmiyor. Güneş var, yakmıyor. Kuşlar cıvıl cıvıl ağaçlarda. Sanki kalan üç beş yaprakla vedalaşıyor gibi susmamacasına anlatıyorlar. Göç mevsimi devam ediyor mu yoksa bitti mi bilmiyorum. Bu vedada hüzün yok. Bütün doğanın kabul ettiğini ben de içime sindirdim artık; "doğmak için ölmek gerek". Ama ölmeden evvel bugünü yaşamak gerek:)

17 Kasım 2009 Salı

KARANLIK GÜNLER



Kızlar Perşembe günü Budapeşte'ye gidiyorlar... Karanlık günlerim başlıyor. Bugün Hogan'a da söylediğim gibi sadece güneşi sevmiyorum* yoksa ışıklı günlere değil garezim... Ama karanlık günler başlıyor... Elimde bir dosya dolusu çizim ve tadı tuzu ya geçmişte ya da gelecekte takılıp kalmış uzun bir kış...




Yaşamak her zaman bu kadar zor muydu bilmiyorum. Çoğu zaman yaşamak ve hatta yaşatmak için fazlasıyla enerjim varken, bazı günler nefes almaya bile üşeniyorum. Tıpkı bir vampir gibi - ama onlardan farklı olarak karanlığın geçmesini beklemek üzere - olduğum yere uzanabilmeyi isterdim.




Akıl, kör birinin zaman zaman ışığı algılayışı gibi varlığını hissettirip, geçmekte yanımdan... Akıl hala benden çok uzakta!








*Hogan'ın bütün doğumgünleri karanlığa rastlamış; 17 Kasım. Benimkiler de cehennem gibi bir güneşe ne yazık ki; 11 Temmuz!

16 Kasım 2009 Pazartesi

2046



Neredeyse iki yıldır "nefes" diye sayıklayıp duruyordum. Nihayet dün aldım filmi. Hatta alırken, ya bu ne şahane bir filmdi, diye anımsayarak 2046'yı da aldım. İki filmi üst üste izleyip, hızımı alamayıp ardından "Saatler" i de izledim.


Nefes tam bir hayal kırıklığı oldu. Açıkcası "Zaman" kadar etkileyici bulmadım. Hatta hiç etkileyici bulmadım. Hatta biraz midem bulandı. Bana göre değildi. Ama 2046 aradan geçen onca zamandan sonra daha da oturdu içime...


"aşk sadece bir zamanlama meselesidir"

12 Kasım 2009 Perşembe

SENDEKİ CESARET


Uzun zamandır saldırı ve savunma nedir, ne değildir diye düşünmemiştim. Ama dün gece ince, sinirli ve zekasını fazla açık edemeyen* bir sarışın bana bu kelimeleri ve anlamlarını düşündürdü.


2006 Yılının Kasım ayında üniversitemizin Eskiçağ Tarihi bölüm başkanı pek değerli M. Hamdi Sayar tarafından doktora yapmam yokuşa sürüldüğünde, yaşamak için fazla sebebim kalmamıştı. Gerçekten üzülmüştüm. Adam yok, iş yok, para yok, çoluk çocuk da yok. E ben öleyim artık noktasındaydım neredeyse. Doktoraya kabul edilmeyişimin - sözlü - nedeni şu/şunlardı: Yunancam çok zayıftı - ki tezimi yazarken kendi kendime öğrenmiştim, üstelik Vedat Çelgin bana derslerine katılmamı öneriyordu -, Latincem hiç yoktu. İtalyanca, Almanca ve Fransızca çapraz okuma yapamıyordum!


Bu durumda bölümümü nasıl bir ortalama ile bitirdiğimin, yedi ayda yazdığım tezin içeriğinin, nümizmatik kökenli biri olmamama rağmen gayet tatmin edici oluşunun ve kısacık zamanda öğrenmeye gayret ettiğim onca şeyin hiç kıymeti yoktu. Kazı deneyimlerim, okuduğum onlarca kitap, analiz yeteneğim, pratik zekam beş para etmiyordu. İngilizce mi? Aman ne önemi vardı ki canım, herkes konuşuyordu bir şekilde.


Akademik camia ile böylece vedalaştım. Zaman zaman Burhan ve Dinçer yüzünden coştuysam da içim çok kırıldı... Zamanla unuttuğum, hiç aklıma gelmediği günler bile oldu...


Ama dün çıldırdım. Osmanlı Bankası'nın düzenlediği konferanslardan birindeydim. Konuşmacı adının yarısı Türkçe, kalan yarısı gavurca olan bir hatun kişiydi. Salonda epeyce sevimsiz ve fazlaca British bir teyzeyle - ki eşşek kadar aytaşlarından yapılmış kolyesi ve tepsi gibi dümdüz kalçasıyla göz zevkimi bozuyordu - gayet güzel bir aksanla sohbet ediyordu. Çok heyecanlı olduğu her halinden belliydi. Ellerini koyacak yer bulamıyor, salonda sağdan sola yürüyüp duruyordu. Hatta bir ara ona yaklaşan bir adamla konuşmasına tanık oldum da kulağıma şöyle bir cümle takıldı: "akademik kariyer yapan herkes Fransızca bilmeli..." Yok ya? Kim ulan bu Fransızlar? Her akademik kariyer yapan Fransız Türkçe ya da Osmanlıca biliyor mu ha?


Neyse, konu ilginç olduğu için bu keyif kaçırıcı sohbeti duymazdan geldim. Ama sevimsizlik daha yeni başlıyordu... Hatun kişi kürsüye çıktı ve elindeki bir tomar kağıdı göstererek: "kusura bakmayın bu benim Türkçe'de ilk sunumum, okuyacağım " dedi. Bari okuyabilseydi! Konu Selçuklu- Bizans ilişkileriyle başladı. Aslında öyle de devam etmeliydi ama ben salonu terkettiğimde nedense Karamanoğulları'ndan bahsediliyordu!


Salonu terk ettim. Çünkü kürsüdeki hatun kişinin Selçuklular hakkında bir kez daha "hilebaz, iki yüzlü, güvenilmez, barbar, inançsız" demesine dayanamayacak kadar çıldırdım. Üstelik sayın akademik kimlik bu bilgiyi sadece bir tek Bizans tarihçisinin, - o da tartışmalı olan - metinlerinden aktarıyor! İşin ilginç tarafı Selçuklular ve Danişmentliler karşısında durmadan iki yüzlü bir politika izleyen ve taraflardan biri güçlenip Bizans için tehdit oluşturduğunda hemen diğerine destek olan, zerre kadar sevmediği II. Kılıç Arslan'ı, Konstantinopolis'de şölenlerle ağırlayıp oğlum derken, ardı sıra kuyusunu kazan I Manuel'e bir kez bile hilekar ya da benzeri kelime kullanmadı! Varsa yoksa rezil Selçuklular!

Dili gittikçe uzayan sarışın, işi Osmanlı padişahlarına kadar taşırken artık sinirden titremeye başlamıştım. Dediğim gibi Karamanoğulları'nda koptum zaten.


Bu ne saygısızlık yahu, sen elindeki kağıtları neden zahmet edip bir kere okumadın ki acaba? Hem bu kadar zorsa Türkçe bildiri sunmak ne sebeple bir tercüman istemiyorsun? Ayrıca ne cüretle bir tek saray tarihçisinin hala tartışmalı olan metnine dayanarak koskoca Selçuklu'yu asıp kesersin? Tarihçi nasıl bu kadar kör göze parmağım taraflı olabilir?


Arkadaşlar kimlere kaldı meydan görüyor musunuz? Her şey fazla ucuzladı. Sadece bir yere odaklanıyoruz ama kürsülerin kimlerin eline geçtiğinin, içten içe hepimizi saran çürük kokularının farkında mıyız?


Bugün Bilgi Üniversitesi dekanına, rektörüne, tarih bölümü başkanına ve Osmanlı Bankası'na mail attım. Korkarım benden başka da atan olmamıştır. Zira konuşmanın sonunda konuyu iyice arap saçına çevirip, notları karıştırmasına rağmen, Sir ve Burhan da dahil olmak üzere bütün salon oturup dinledi sarışın hatunu. Benden sonra çıkan bir tek kişi oldu. Eğer o da çıkmasaydı ve iki dakika sohbet etmeseydik aklımdan zorum olduğunu düşünecektim.


Bir salon dolusu insandan sadece iki kişi miydik rahatsız olan?


Ülke elden gidiyor. Tarihimiz yerin dibine sokuluyor ve biz uyuyoruz. Bu insanlar çocuklarımızı okutuyorlar, bu insanlar Avrupa'da bizi barbar olarak tanıtıyorlar. Oysa her ulus kadar barbarız, ne daha eksik ne daha fazla. Kesip biçtiğimiz adamlar sütten çıkmış ak kaşık değillerdi. Ayrıca Selçuklu kadar yaratıcı, zeki, adil bir devlet az bulunur. Şaman köklerine sadık kalmayı başarmış, Anadolu'da harikalar yaratmış bir devletten bahsediyoruz. Neden mi dayanamıyorlar Selçuklu'ya, çünkü Haçlıların canına okuduk! Daha söylenecek çok şey var ama eksik bilgiyle fazla kafa ütülemeyeyim ben.


Rica ederim bu gibi durumlarda tepki verin. Bizim ülkemizde yabancılara fazla nazik davranılıyor. Nihayetinde onların da etten kemikten olduğunu unutmayalım. Ayrıca azıcık tarih okumak kimseyi öldürmez, hiç mi merak etmiyorsunuz neler oluyor bu topraklarda?


Benim dün akşamdan çıkarımım şudur; ortalık iyice cadı kazanı olmuş. Hemen okula dönüp savaşa devam etmeli yoksa kendimi şu aşağıdaki hikayede anlatılan farecik gibi hissedeceğim:


Korkusundan devamlı endişe içinde yaşayan bir fare vardır. Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür. Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya baslar. Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkan yok. Onu eski haline döndürür. Ve der ki,"Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardim edemem..."


Not. Bu hatun kişiyi olur ya bir yerde yakalarsam ona uygulamalı olarak barbar Selçuklu'yu göstereceğim. Görsün ki bilgileri pekişsin!


*Aslında başka bir şey denir ya, neyse...

11 Kasım 2009 Çarşamba

SOYLULAR


İnsanların artık peri masallarına inanmadıkları ama ne hikmetse kocalarını ellerinde tutmak için hacıya hocaya servet yağdırdıkları saçma sapan bir yüzyıldayım. Siz de buradasınız. Eğer bugün ( 11 Kasım 2009 Çarşamba ) bu yazıyı okuyabiliyorsanız, bu anlattıklarımdan kaçamazsınız! Ya birileri zorla elinde tutuyordur sizi, ya da siz birilerini esaret altına alıyorsunuzdur türlü hileyle... Bu şehir hala binlerce cin ve periyle dolu... Siz inkar etseniz bile...


Herkesin aklı karışık, kalbi karışık... Zaman bizi beklemeyecek ve bu karışıklıktan arınmamız için mola vermeyecek... Bunu çok iyi biliyoruz. Ama yine de izlerini cildinize kazıya kazıya ilerleyen zamanla, manasızca savaşıyoruz.


Bazılarımız çok şanslı, çünkü şanslı doğduklarının farkındalar. Ama bazılarımız bir soylu olduğunun farkında bile değil. Oysa ben, etrafıma bakıyorum da İstanbul'un göbeğinde ve tam da olmam gereken yerdeyim. Güzel bir kulede iki prensesle yaşıyorum.


Külkedisi ile yaşadığımız malikaneden ayrıldığımdan beri zaman zaman bağıra çağıra ağlamak geliyor içimden... Ama yapmıyorum; "her şerde bir hayır, her hayırda bir şer" diyenlere hak verecek kadar büyüdüm. Kalbim hayırdan da şerden de bol bol nasiplendi. Şer de benim, hayır da!


Geçenlerde Sir Mardin'e gitti. Üç gün gezdi kutsal topraklarda; manastırlarda dua etti, Artuklu sultanlarının ruhlarıyla tanıştı ve kaderin onun için hazırladığı hediyeleri heybesine doldurup geri döndü. Yolculuk değiştirir insanı. İster geçmişe yapılsın, ister bir başka şehre... Her yolculukta bir değişim hikayesi vardır... O da değişti! Sadece bazen değişimi görmemiz zaman alır, kabullenmek kolay değildir... İnkar ederiz değişimi ve hatta bu değişime neden olanı inkar ederiz. Ama değişiriz. Değişim tam oradadır, sadece saklanır... Dün sahip olamadığımız için ağladığımız şeylerin, bugün bizden uzak oluşuna seviniriz. Çünkü yaşanmakta olanın, her şeyin ve herkesin tam da yerinde olduğunu biliriz...


Yoldan dönen Sir bana bir sürme ve küçücük bir parça sabun getirmiş... Sabun ayrılık der büyükler. Bence de öyle, ama kendimizden, kendimiz zannettiğimiz yalancı suretlerimizden ayrılık olsa gerek... Yalancı parçamı, bir yılanın derisinden sıyrıldığı gibi ardımda bırakırken, bu zorlu yolculukta olsa olsa arındırın beni bir parça sabun.


Hayatım boyunca, el ele gönül gönüle yürüyecek "gerçek" bir adam bulamadım. Kimbilir belki de yeterince aramadım. Ama hep soylu kalplerle dostluk kurdum. Bunu seçebilmeyi, seçilmiş olanı görebilmeyi bana esinleyen her ne ise önünde saygıyla eğiliyorum.


Bütün bunları neden yazdığımı da bilmiyorum aslında. Yağmur beni biraz dağıtıyor. Ayrıca bu akşamki konferansın heyecanı da basmış olabilir. Belki yarın size Bizanslılar ve Selçuklular hakkında güzel bir yazı yazar ve kendimi affettiririm.


Son bir rica, hepinizin binlerce işi var biliyorum... Para kazanmalısınız, mallar yetişmeli bir yerlere, alışverişler yapılmalı, görevler görevler.... Ama şehir en güzel elbisesini giymiş salınıyor etrafımızda. Küçücük bir iltifatı çok görmeyin ona. Lütfen bulunduğunuz yerden yarım saatliğine bile olsa çıkın, çıkın ve bir fincan kahveyi, mümkünse sizden çok daha uzun yaşamış bir çınar ağacına yaslanarak, onu dinleyerek, hiç olmazsa onun kızıla dönen yapraklarını hayal ederek için...


Bugün tam Nuruosmaniye günü... Bugün tam Zeyrek günü... Bugün tam Üsküdar günü... Bugün tam yaşamak günü!

9 Kasım 2009 Pazartesi

TEŞEKKÜRLER KERUBİM*



Sevgili Kerubim'e,


8 Kasım 2009 Pazar günü için bana uzak ve soğuk ülkelerden mesaj yollayan Pamuk Prenses'e, günün önemini unutmayıp arayan Barones'e, Leydi Agi'nin onca işinin arasında yardım etmek için çırpınmasına... Dualarıyla beni kollayan Nazmi hocama... Hepinize teşekkürler. Ama özellikle de Sir'e. O olmasaydı bu plan gerçekleşemezdi.. Onun nezaketi, sabrı ve desteği paha biçilmez..


Kerubim'e, yaptığı tasarımlarla nefes üfleyen Dora'ya da teşekkürler. Henüz kullanmasak da, o tasarımın varlığı bize güç veriyor.


Kısacası enfes bir Pazar günüydü. Gerçi sesim kısılmış ama olacak o kadar, sahne kolay iş değil:)) Cumalıkızık ve Edirne maceralarında da yanımda olmanız dileğiyle...


Sonsuz sevgiler...


e.



*ŞİFRELİ MESAJDIR, ANLAYAMADIĞINIZ İÇİN ÜZÜLMEYİN:))

5 Kasım 2009 Perşembe

CINDERALLA MAN


Bugün çok sevdiğim ama nedense az gördüğüm hoş bir kadını ziyaret ettim. En son yaz başında görüştüğümüz için önce hızlıca son ayların özetini geçtik birbirimize. Sonra ortak tanıdıklarımızın hayatlarıyla ilgili fikirlerimizi paylaştık. Sadece bir saat onbeş dakika görüştük ama bu arada çay içip, benim İtalya'dan aldığım telkif üzerine geyik bile yaptık! Teklif nedir diye sormayın, ama şu kadarını bilin; yeşil sahalardan değil. Ayağa gelen topa bile vuramadığım iyice anlaşıldı!

Neyse, arkadaşımın işyerinde sakin sakin laflarken gözüm ayakkabıların yanında duran terliğe takıldı. Bayıldım! Ne rahat, ne sade ve ne şık görünüyordu. ( Tabii etiketine bakınca gördüğüm üzere ne kadar da pahalıydı:))

Sonra, bok gibi param olsa bile bu terliği giymek isteyecek bir erkek tanımadığımı fark ettim. Çok mu önemliydi, elbette hayır. Fakat bu terliğe benim kadar ilgi gösterecek bir adamla tanışmayı isterdim*. Hatta ayağına terlikleri giydirdikten sonra da onu kuş kadar beynimle sınava tutmak isterdim. Yani yine sezgilerimi çöpe atar ve zihnime yenilirdim...

Acaba kahvenin yanında konyak mı sever, yoksa nane likörü mü? Çiçekli kokular mı, baharatlılar mı? Kırmızı et mi, balık mı? Elma mı, çilek mi? Kar tatili mi, deniz tatili mi? Elif Şafak mı, Peride Celal mi? Gucci mi, Kenzo mu? Yeşil mi, mor mu? Chivas Regal ya da Jack Daniels? Kayak mı, yelken mi? Kuzey mi, güney mi? Volvo ya da BMW? Bach, Mozart?

Bütün sorulara istediğim gibi cevap vermişse ve terlik de ayağına olmuşsa Allah derdim. Şimdi ben terliği alıp kapı kapı dolaşsam mı acaba? Acep şansım ne olur?
* Cahil Periler'de Nazım Hikmet şiirleri yüzünden sevgili olan iki adamı hatırlayan var mı?

4 Kasım 2009 Çarşamba

ÜSKÜDAR, ÇİÇEKÇİ & ÖZBEKLER TEKKESİ


Sir ve ben İstanbul'un en eski bölgelerinden birindeyiz, Üsküdar'dayız. Hava ha yağdı ha yağacak; dolu dolu, gri ve soğuk. Ama kararlıyız sokaklara dökülmeye. Her zaman ki gibi iki elmamız ve bir termos dolusu güzel kahvemiz var.

Önce Çiçekçi'deyiz. Sanırım ben bu mahalleyi çok seviyorum, hatta Kuzguncuk kadar seviyorum diyebiliriz. Oysa öyle geç keşfettim ki... Bazen rüyalarıma giriyor, koskocaman pencereleri olan bir evden Topkapı Sarayı'nı seyrediyorum...

Sir'ün çok beğendiği, huzurlu bulduğunu söylediği camiinin önündeyiz, III. Selim'in yaptırdığı Selimiye Camii. Burası gerçekten inanılmaz güzel. Avlunun ortasında durup başımı kaldırınca yarısı dökülmüş, kalan yarısı can çekişen çınar ağacı yapraklarına hayran hayran bakıyorum. Şimdi daha iyi hissedebiliyorum, Sir'ün burayı niçin huzurlu bulduğunu. Camiinin etrafında turlamaya başlıyoruz. O kadar zarif ve o kadar ince ki, o an esmekte olan rüzgar yüzünden minarelerden biri başıma yıkılacakmış gibi geliyor. Özellikle camiinin arka avlusunda musalla taşlarının olduğu yerdeki kuş evlerine bayılıyorum! Bu denli incelikli bir eserin III. Selim gibi hassas ruhlu bir adama çok yakıştığını düşünüyorum.

Denizin kokusu her yerde. Sarıp sarmalıyor insanı. Çok üşüyoruz ama merak daha ağır basıyor. Biraz sonra aralık bir kapı buluyoruz. Tam kafamı uzatıp "bu kütüphaneyi herkes kullanabiliyor mu acaba? " dememle beraber, bembeyaz saçları ve güleç yüzüyle kütüphanenin araştırma görevlisi karşılıyor bizi. Uzun ve çok keyifli bir sohbetin ortasına düşüyoruz. Ne şans ama! Hem ikram edilen çaylarla ısınıyoruz, hem de camiilerden tekkelere uzanan bilgi denizinde rasgele kulaç atıyoruz.

Masada bir hat var: HU...

Tekkeler ve camiiler hakkında sohbet etme fırsatı yakaladığımız bu muhterem zat, bize birbirinden değerli hikayeler anlattığı gibi Özbekler Tekkesi'nin yerini de tarif ediyor. Kendisiyle tanışmak ne kadar memnun olduğumuzu söyledikten sonra tekrar görüşünceye dek vedalaşıyoruz. Belli ki bugün şans bizden yana, bütün kapılar açık...

Tekkeyi aramaya başlamadan evvel Üsküdar'a gidip arabayı otoparka bırakmamız lazım. Ayrıca acilen kahvaltı etmeliyiz, çünkü aç karnına içtiğim çay yüzünden alt üst olmuş durumdayım.

Neyse ki yakında bir otopark ve Mado var! Aldığımız kahvaltılıklarla termosumuzu yüklenip, Mimar Sinan'ın en çok ama en çok sevdiğim eserinin - ki bu onun erken dönem eserlerindendir - yanındaki merdivenlerden tırmanıp, yol kenarında bir banka oturuyoruz. Solumda bütün zerafetiyle Mihrimah Sultan Camii, sağımda Sir ve elimde miiiissss gibi kahve var. Uzun uzun boğazı seyrederken şehrin bize sunduğu en hazin aşk hikayelerinden birini garip bir hüzünle anımsıyorum. Bu şehirde ne kadar çok kavuşamayan aşık olduğunu düşünüyorum. Mutlu aşkların şehri değil sanki İstanbul....

Havanın gri rengi içimize kurşun gibi çökmeden ve ben hüngür hüngür ağlamaya başlayıp sevgili arkadaşımı korkutmadan kalkıyoruz oradan. Hiç unutamayacağım sabahlardan biri olarak yazıyorum bir kenara Mihrimah Sultan, Mimar Sinan ve Sir'le yaptığım kahvaltıyı.

Sultantepe'ye doğru yürümeye başlıyoruz. Zorlu bir yokuştayız. Sigara içmiyor olmama rağmen nefes nefeseyim. Evet, gerçekten kilo vermem lazım!
Tam umudumu kaybetmek üzereyken, bordo boyanmış güzel bir konağın önüne ulaşıyoruz. Burası Özbekler Tekkesi. Defalarca çok yakınındaki Bülbülderesi Mezarlığı'na gelmeme rağmen bir kez bile merak edip görmediğim tekkenin kapısı önündeyim. Demek ki zamanı şimdi diye geçiriyorum içimden. Görüldüğü üzere zamana ve olmuş olanın en iyisi olduğuna çoktan teslimim...

Tekkenin mezarlığında uyuyan köpekleri rahatsız etmeden uzul usul etrafı seyrediyoruz. Aradan A. E.'ün mezarını görüyorum. Çocukluğumdan hayal meyal hatırladığım bu adamın mezarını ziyaret ediyor olmak çok garip geliyor bana. Sir fotoğraf çekiyor bir kaç kare. Ama ne gelen var ne de giden. Koskoca konakta hayat yok sanki. Yoldan geçen bir kadına soruyorum, "acaba burada yaşayan var mı?" diye. "evet" diyor, "içeride bir aile var."

Artık kapıyı çalmadan durmam imkansız! Sir çok çekingen ama ben kapısına kadar geldiğim bu tekkeden kabul görmeden dönmemeye kararlıyım. Ve zile bastım bile!

Derin, uzun bir taşlıktan içeri giriyoruz. Soldaki binanın merdivenlerinde bir kapı açılıyor. Yaşlı bir kadın ve kucağında torunuyla Özbekistan'dan gelen ve bu tekkeyi bekleyen ailenin son kuşak gelini duruyor karşımızda. Önce kimiz, neyiz ve ne arıyoruz diye ardı sıra onlarca soru soruluyor. Sonra "sevdim sizi" diyerek içeri buyur ediyor bizi Nezahat Hanım. Çok şanslıyız demiştim değil mi?

Bu evdeki sohbet bizim mahremimiz.... Ama gördüğümüz ebrular, dinlediğimiz ney istesem de anlatamayacağım kadar özeldi.

Özbekler Tekkesi'ne yakında herkes girebilecek çünkü neredeyse 300 yıldır bir geleneğin ev sahipliğini yapan bu tekke müze olacak. Dilerim ki içinde bol sohbet, ney ve rebab da olsun... Dilerim bize anlatıldığı gibi meşk geceleri yapılsın yeniden...

Nezahat Hanım'dan bayramda Özbek Pilavı yemek üzere davet adıktan sonra tekkeden çıkıyoruz. Sir de, ben de adeta yere basmıyor gibiyiz. "Neydi bu?" diye aramızda konuşamayacak kadar şaşkınız. Ne yüzümüzü acıtan serpinti ne de ciğerimize işleyen soğuk neşemizi kaçıramıyor. Tepeden inmiyoruz, uçuyoruz!

Açlık son haddinde. Nereye mi gidiyoruz? Elbette Kanaat Lokantası'na! Aranızda diyet yapanlar vardır diye anlatmayacağım ama Kanaat Lokantası'ndaki her şey çok çekici. Özbek Pilavı, Hünkar Beğendi, Fırın Köfte.... Özellikle tatlılar. Mevsimi geçmeden Ayva Tatlısı yemenizi öneririm. Gerçekten akıllara zarar!!

Şimdi Türk kahvesi içmek için Kuzguncuk'a gidiyoruz, gelen var mı?

3 Kasım 2009 Salı

FEARLESS MAN


Londra'daki erkekler için...


Pek çok insanın karanlık bulduğu, yemeklerinden, kadınlarından, erkeklerinden ve hatta hepsini toplarsak kasvetinden yakındığı Londra, kısacık maceramda benim cennetim olmuştu. Sadece benim.


Akşamın gelmek üzere olduğu şu saatlerde, aylar sonra Özgür'ün sesini duymaktan mı, yoksa Mehmetus'un getirdiği kahvenin kokusundan mı bilmem deli gibi gitmek istedim yine. Oysa uçaktan inip, mahalleme gittiğimde çok canım yanacak biliyorum. Hiçbir şey bıraktığım gibi beni bekliyor olmayacak... Olamaz. Ama insanım işte ve kaçmak istiyorum!


İstanbul'da gezerken mutlak bir yalnızlık hissetmiyorum. Yaşanmışlıklarla bezeli bütün caddeler. Belki akşam eve dönecek olmaktan, belki de Sir'ün gerçekten muhteşem bir yol arkadaşı olmasından. Ama asla yalnız değilim sokaklarda. Bunu biliyorum. Oysa orada dibine kadar yalnızdım. O kadar yalnızdım ki, nihayet etimin içinde saklanan beni görebilmiştim. Sonra döndüm ve yine ete kemiğe büründüm... Saklandım.


İstanbul sokaklarında orada bulduğum şeyi yeniden bulmayı umuyorum. Aramıyor gibi yaparak, aslında hep onun peşindeyim. Şiir olsun diye değil, trajedi için hiç değil ama bu gürültüde, bunca gündelik kaygı arasında Elvan'ın sesini hiç duyamıyorum. Olduğum kadınla, olmak istediğim kadın arasında yersiz yurtsuz, sürgünüm.


Hiç ummadığım bir kapının açılması, gencecik bir adamın "sevap olsun" diye ney üflemesi ve hatta prenseslerin cıvıltısı bile sadece perde gönlüme.


Sol tarafım sakatlandı. Kalbim artık sağlıklı değil. Toplar damarlarım darmadağın ettiğim, inkar ettiğim duygularımı toplamayı reddediyor. Yorgun. Sol bacağımda bir düğüm var, gitmek istediğim yere göndermiyor... Yorgun...


Ama inancım Ayasofya'nın kubbesinden nanik yapıyor sol tarafıma. Rüyalarımda hala sağlıklı kalbim. Oysa bunca metafordan sonra ne mümkün!


Londra'ya mutlaka döneceğim.

2 Kasım 2009 Pazartesi

KÜÇÜK AYASOFYA, NURUOSMANİYE VE MAHMUTPAŞA.


29 Ekim sabahı alışılmışın dışında bir kadroyla yollara döküldük; annem, Eda Liza, Leydi Agi ve ben! Aslında doğumgünü olması sebebiyle, gezip tozması gereken Prusya Kralı'ydı ya, o kendini BİENAL'e adamıştı!!! Zavallı ve pek değerli kardeşim, sanat sepet insanlarıyla engin sohbetlere dalmışken, biz çoktan Sultanahmet yollarına döküldük.

Annem çok uzun zamandır doğduğu mahalleyi ve sattıkları evin akibetini merak ediyordu. Anne ve babasının çok çalışarak aldıkları ve içinde yeteri kadar uzun yaşayamadıkları bu evde kalmıştı aklı... Ben de ona durmadan "gideriz gideriz" diyerek geçiştiriyordum. Sonra bir gün bu geçiştirmelerden ve ertelemelerden sıkıldığım bir zamanda "hadi bu hafta gidelim" dedim. Neden derseniz, durmadan itiştiğim ve sözlerine çok gücendiğim bu kadının ölümlü olduğunu farkettim. Daha fenası ben de ölümlüydüm!

Neyse, Sultanahmet'den başlayarak Pierre Loti'ye doğru yürümeye başladık. Ve işte meşhur Köprülü Kütüphanesi. Hemen yanında eski konservatuar binası ve Kuduz Hastanesi! Küçükken bu karanlık binadan çok korkardım. Bu yüzden de önünden geçerken aklım çıkardı yerinden. Ama bu defa hiç korkmadım. Büyümüş müyüm ne?

Annemin dayısının eski evinin önünden geçtik. Çok tatlı adamdır annemin dayısı. Ne yazık ki çok yaşlandı. Karadeniz'den gelmiş pek çok aile gibi o da yorgancılıkla geçinirdi eskiden. Onun dükkanına uğrayıp yorganların arasında yuvarlanmaya bayılırdım! Koskocaman cumbalı mumbalı bir evi vardı. Yıllar önce etraf işyerleriyle dolmaya başladı diye, evini ve dükkanını satıp Kuzguncuk'da yine çok güzel üç katlı bir ev aldı adamcağız. Çocukluğumun çok değerli hatıraları vardır o evde... Ne yazık ki cumbayı yıkmışlar...

Sonunda Pertev Paşa Yokuşu'na geldik. Sağdaki apartmanda anneannem ve dedem otururlardı; Huzur Apartmanı. Neredeyse her hafta Pazar günü gelirdik onları ziyarete. Bu evde en çok ilgimi çeken şeyler arasında soba etrafı sohbetleri, pencereden sarkıtılan sepet ve kömürlük ilk aklıma gelenler. Tabii anneannemin ekşili köftesinin tadı ve kurnalı bir banyoda yıkanmanın keyfi de hala çok tazedir hafızamda.

Anneannemlerdeyken bakkala gönderilmeye bayılırdım. Onların apartman görevlisi yoktu ve evde daima bir şey eksik olurdu. Ben büyüyene kadar kadar bu görev en küçük teyzemindi ama sonra nihayet sıra bana da geldi. Bakkala gitmek demek yokuştan aşağıya limana doğru denize bakarak yürümek ve mükafat olarak da hemen soldaki kuruyemişçiden kuş lokumu almak demekti! Tanrım hep oburdum ben!

İşin güzel tarafı manav, fırın ve kuruyemişçi hala oradalar! Hatta Kadırga Hamamı bile yerli yerinde! Sadece bakkalımız Necati amcanın yerinde bir tekel bayii var.

Kuş lokumlarını görünce gözlerime inanamadım. Ne güzel, hala tam da hatırladığım gibi minicik poşetlerde satılıyorlar! Bir tane Eda Liza'ya, bir tane de kendime aldım. Lezzet aynı ama yaş otuzaltı:))

Ağzımızda kuş lokumlarıyla annemin doğduğu eve doğru yürümeye başladık. Küçük Ayasofya Mahallesi Özbekler Sokak No... Ben bu evde hiç yaşamadım.

Sokak inanılmaz sevimli, Soğuk Çeşme Sokağı'nın minyatürü gibi adeta. Epeyce hırpalanmış ve eski simalarını kaybetmiş bu evlerin arasından geçerken, anneme baktım; allak bullak oldu yüzü. Bu viran evler, hiç bir tanıdık yüze rastlamayış onu çok sarstı. Leydi Agi ve Eda Liza sokakta oynayan çocuklara bakarlarken, ben annemin gözlerinin bir tek tanıdık yüz için nasıl yalvardığını gördüm.

En çok da kendi evini o kadar harap halde görmek üzdü annemi. Ev, dedemin ve anneannemin ölümünden sonra yeni sahipleri tarafından hiç kullanılmamış ve elbette bu terk ediliş evin hızlıca yıpranmasına sebep olmuş...

Nihayet kapılardan biri açıldı ve annem, kendi annesini de tanıyan çok tatlı bir ihtiyarla sohbet etmeye başladı. İşte o zaman içim biraz olsun rahatladı. Yoksa bu geziye evet dediğim için neredeyse pişman olmak üzereydim.

Özbekler sokağının bitiminde bizi Sokullu Mehmet Paşa Camii karşıladı. Elbette, bir Minar Sinan eseri olan bu camiiyi ilk kez görüyordum. Hepimiz avluya bayıldık! Eda Liza içeriyi de görmek isteyince imam efendiye şirinlik yaparak kapıdan süzüldük. Gerçekten de muhteşemdi! Mimarım Sinanım her zaman olduğu gibi sanatını konuşturmuş. Çiniler, vitraylar, ahşap işçilik... Kesinlikle görülmeye değer bir camiideyiz.

İmam amcadan bir çikolata kaptıktan sonra - tabii ki ben değil, Eda liza:)) - yolumuza devam ediyoruz. Sırada ne zamandır görmek istediğim Küçük Ayasofya Camii var. Ve bakıyorum da, gerçekten de görülmeye değermiş. Etrafı oldukça temiz ve düzenli olan bu çok kıymetli kilisenin/camiinin kapısındayız nihayet. Gerçek adı Sergios ve Bakhos Kilisesi olan yapının aslında, kendisinden çok daha ünlü Ayasofya'dan bile eski olduğunu daha önce okumuştum. Ama içine girince anladım ki burada da tuhaf bir ışık var. Yerdeki masmavi halılar, duvarlardaki beyazlık ve sütunların görkemiyle Sergios ve Bakhos Kilisesi tarihteki şanına layık bir yapı.

İşin güzel tarafı içeride bizden ve ney üfleyen iki adamdan başla kimse yoktu. Bu yüzden gönlümüzce uzun uzun yayıla yayıla oturup tadını çıkarttık buranın. Böylece Eda Liza hem bir camii hem de bir kilise olan bu muhteşem yapıyla tanışmış oldu.

Orada uzun uzun kalırdık kalmasına ama yolumuz uzundu. Hem iyice acıkmıştık. Sultanahmet'de ne yediğimizi söylememe gerek yoktur herhalde.

Karnımzı tok, gözümüz aç bir şekilde Nuruosmaniye'ye geldik. Bu caddeyi gerçekten çok severim. Ne zaman orada oturup bir fincan kahve içsem, tanıdık biri geçer önümden. Aklımdan. Kalbimden. Sanırım bu tanıdıklık halini de en az caddenin kendisi kadar severim ben...

Kahvelerimiz bitince Eda Liza'ya söz verdiğim gibi "masal çarşısına"* gidecektik fakat ne yazık ki kapalıymış! Olsun. Hiç tadımızı kaçırmadan Mahmutpaşa'ya doğru yürümeye başladık.

Eda Liza buraya da bayıldı. Onun birbirinden cafcaflı elbiseler arasında nasıl büyük bir heyecanla dolaştığını görmeliydiniz! Özellikle pembe tuvaletlere olan ilgisi - malum yaşı gereği prenses sendromu mevcut - , bakışları inanılmaz tatlıydı.

Onun neşesini ve şaşkınlığını seyretmekten biz etrafa bakamadık desem yeridir.

Aslında onu en iyi ben anlıyorum, çünkü Eda'nın yaşındayken ben de buraya bayılırdım. O zamanlar daha da güzel dükkanlar vardı. Mesela fildişi taraklar satılan dükkanı hala çok net hatırlarım. Son aldığım tarak da - yirmi yıl önce! - daima çantamdadır...

Üç kuşak birarada yapılan bu gezide elbette onlarca detay var anlatılabilecek ama kısaca özetlersek Küçük Ayasofya ve Kadırga kesinlikle görülmeye değer. Ayrıca Mahmutpaşa hala çok eğlenceli bir yer!


*Kapalıçarşı'ya ben küçükken "masal çarşısı" derdim. Çünkü her iki dedemin de orada dükkanı vardı ve ben onları ziyarete gittiğimde bir dediğim iki edilmezdi. Bu masal değildir de nedir? Üstelik her yer şıkır şıkır, parlak ve renkli!