31 Ekim 2008 Cuma

Akıl, Bana Ne Yaptın?

Geçenlerde en eski sevgilime* uzun uzun yazdım. İçimden, ona neler hissettiğimi, bana karşı davranışlarının ne kadar içimi acıttığını satır satır anlatmak geldi. Öyle yapmam gerektiğini düşündüm. Yaptım. Geride bırakmak için yapmam gerekiyordu.

Gerçekten rahatladım. Dün geceye kadar rüyalarımda ve gerçek hayatta, sorduğum sorulara alamadığım cevaplarla boğuşsam da, aslında bu savaşa hemen son vermem gerektiğini anladım.
Nazmi Hoca'nın egzersizlerinde olduğu gibi yapabilirdim mesela: İçine iyiliği çek, kötülüğü at. Sevgiyi çek, nefreti at. Mutluluğu çek, öfkeyi at....
Söylerken zor ama aslında yapabilmek çok kolay. Her şey gibi inanmak ve teslim olmak gerekiyor. Ancak bu şekilde özdeki gerçeği görebiliyor insan. Bu noktada bıraktım ben savaşı. Eğer kırgınlığıma ve yaralarıma teslim olmasaydım, hissettiklerimi dile getirmeseydim asla gerçeği göremeyecektim. Ben en azından denedim. Kuyunun dibine kadar korkmadan indim. Sonra kafamı kaldırıp yukarıya baktığımda, gördüğüm "hiçkimse"ydi. Ben o mektubu hiçkimse'ye yazdım. Beni, geçmişin unutulmuş bir noktasında dipsiz sandığım kuyuya indiren ve indiğim kuyudan tekbaşıma çıkmak zorunda bırakan hiçkimse'ye. Sayesinde "bu sınavdan da geçtim" demenin buruk tadı var kelimelerimde.

Şimdi, kulemin penceresinde oturmuş Mevlana'nın sözlerini okuyorum. Kitabı dün Burhan getirdi. Ne zamandır üzerinde konuştuğumuz bir konuydu Anadolu'da ortaçağ... Bilgelik vs vs.
Kitapta anlatılan hikayeleri gülerek dinliyorum. İlk kez şalteri kapatıp kalbimle dinlemeyi deniyorum. İyilik ve güzellik karşısında duygulanarak ağlamayalı ne çok olmuş! Son yıllarda döktüğüm gözyaşları hep öfkeden, kızgınlıktan...**
Kalbimi sevgiye açamamışım ben. Ertelemelere, ne isterim değil, ne istemeliyimlere kurban gitmiş saatler. Zamanla savaş, geçmişle itişmek hep bundan. Anda, tek ve biricik olan şu anda olmak konusunda geliştirememişim kendimi. Nazmi Hoca'nın ve Osho'nun varlığını bilmemizi istediği rehberin bana uzattığı eli görmezden gelmişim...

Mevlana'nın, arkadaşı öldüğü zaman düzenlediği cenaze törenini okuyunca gözümden yaşlar süzüldü. Büyük bir aşkla sevdiği Şems öldükten sonra toparlanması yıllar alan Mevlana, uzun bir süreden sonra Salahaddin adındaki şahsı kendine hemdem edinir. Fakat bu adam da gün gelir ölür. Mevlana, dostunun vasiyeti üzerine öyle bir cenaze töreni düzenler ki, Konya Konya olalı böyle şey görmemiştir. Devrin tüm geleneğini, göreneğini ve hatta inancını yok sayıp; defler, davullar çalınarak, besteler okunarak yürünür sokaklarda. Mevlana başı açık, çıplak ayak sema eder, naralar atar!
Adamın 13. yüzyılda başardığı kendi olabilme gücüne bakın! Konumu, saygınlığı, ailesi.... yok! Sadece ölümün acısı ve yapmayı gerçekten arzuladığı törenin biricikliği var.

Dün gece okuduklarım beni iç sesimi dinlemek konusunda iyice aydınlattı. Eğer orada bir yerde ötelediğim, kalbini kırdığım bir rehberim varsa artık hazırım, bana geri dönebilir. Hiç olmadığım kadar onu dinlemeye hazırım. Sanırım son yıllarda olan biten herşey beni buna hazırlıyordu. Ayak parmaklarıma değer suyu algıladım sonunda. Yani hala önümdeki okyanusu göremiyor olsam da, artık orada olduğunu biliyorum. Akıl beni çöllere götürdü, susuz bıraktı. Şimdi rehberime teslim olmak istiyorum!

*Gerçi o yıllarda "sevgililik" denilen şeyle şimdiki epeyce farklı ya, neyse.
**Leyla Nora'nın doğumu hariç:))


Önemli Not. Yarın Gurudwara aşramda sabahtan akşama kadar ücretsiz tanıtım var. Bence zamanı olanlar bunu kaçırmasınlar. Adrese facebook ya da Google'dan ulaşabilirsiniz.

Bütün Cadıların Cadılar Bayramı Kutlu Olsun.


Merhaba,
Aşağıdaki yazı bana dün Nazmi Hoca'dan gelmiş... Tam da balkona çıkmış aval aval denize bakarken benzer şeyleri düşünüyordum. Yani şu içimizdeki rehber hakkında. Acaba diyordum, hayattaki başarısızlığımın sebebi sezgilerime kulak tıkamamdan mı kaynaklanıyor?
Sanırım öyle. Çünkü herşeyi akıllı çözemeyeceğimi uzun zaman önce gayet güzel anlamış olmama rağmen, hala denenmiş ve köhnemiş yollarda misket oynamamın bana hiç faydası olmadı. Olamadı.Demek ki atladığım bir şey vardı.

Şimdi, bizim mahalledeki bir ağacın altına oturup ailemi zor durumda bırakmamak için, son iki gündür aynı apartmanda başka bir dairede yaşamaya başladım. Çünkü herşeyden arınıp, ama kaçmadan ve kendime anı kurtaracak yalanlar söylemeden, inanmadığım şeyleri sırf uyumlu olmak adına kendime kakalamadan sakin sakin denizi seyretmeye ihtiyacım var. Gelecek birkaç gün hatta bir kaç hafta bu şekilde kafamı boşaltmaya çalışacağım. Bakalım kafam gidince benden geriye neler kalacak?
Eğer bunu başarabilirsem, ben de Külkedisi ile Hindistan'a gideceğim:)) Aşramlarda çikolata yok ama olsun.

Benim bireysel sancılarım dışında günün mana ve önemini atlamayalım lütfen. Buradan tüm cadılara sesleniyorum, bu gece de her zaman olduğu gibi dikkatinizi muhterem uydumuza vermeyi ihmal etmeyin:))



İç rehberini bul

İçinde bir rehber var. Ama onu kullanmıyorsun. Onu o kadar uzun zamandır, o
kadar çok hayattır kullanmıyorsun ki, içinde bir rehber olduğunun farkında
bile olmayabilirsin.

Castaneda'nın bir kitabını okuyordum. Ustası Don Juan ondan çok güzel bir
deney yapmasını istiyor. Bu, en eski deneylerden biridir. Karanlık bir
gecede, hiçbir ışığın olmadığı engebeli ve tehlikeli bir yolda,
Castaneda'nın ustası, "İçindeki rehbere inan ve koşmaya başla." dedi. Bu
tehlikeliydi. Engebeli yolu tanımıyordu. Her tarafta ağaçlar, çalılar,
uçurumlar vardı. Castaneda herhangi bir yere düşebilirdi. Gündüz vakti bile
orada dikkatli yürümek zorundaydı. Ve geceleyin karanlık yüzünden hiçbir şey
görünmüyordu. Hiçbir şey göremiyordu ve ustası, "Yürüme, koş!" dedi.

Castaneda buna inanamadı. Bu intihar etmek gibi bir şeydi. O korktu. Ama
ustası koştu. Vahşi bir hayvan gibi koştu ve sonra koşarak döndü. Castaneda
bunu nasıl yaptığını anlayamamıştı. Sadece karanlıkta koşmakla kalmıyor, her
defasında Castaneda'yı sanki görüyormuş gibi buluyordu. Zamanla Castaneda
cesaretini topladı. Eğer bu yaşlı adam bunu yapabiliyorsa, o neden
yapamasın? Denedi ve bir süre sonra bir iç ışığı hissetti. Sonra koşmaya
başladı.
'
Sen ancak düşünmeyi bıraktığında varsın. Düşünmeyi bıraktığın an, içteki
belirir. Eğer düşünmezsen her şey yolundadır. Sanki bir iç rehber devreye
girer. Mantığın seni yanlış yönlendirmiştir. En büyük yanlış ise, bu. Kendi
iç rehberine güvenemiyorsun.

Önce mantığını ikna etmen gerekiyor. İç rehberin, "Haydi!" dese bile,
mantığını ikna etmen gerekiyor. Ve o sırada fırsatları kaçırıyorsun. Çünkü
bunlar anlardır. Onları ya kullanırsın ya da kaçırırsın. Akıl zaman alır. Ve
sen düşünürken, artıları eksileri hesaplarken, o anı kaçırırsın. Hayat senin
için beklemez. İnsanın anlık yaşaması gerekiyor. Zen'de ifade edildiği gibi,
gerçek bir savaşçı olman gerekiyor. Çünkü elinde kılıçla savaş alanında
savaşırken, düşünemezsin. Düşünmeden hareket etmelisin.

Zen ustaları, kılıcı bir meditasyon tekniği olarak kullandı. Ve Japonya'da
söylendiğine göre, eğer iki Zen ustası kılıçlarla karşı karşıya gelirse, bir
sonuca varamazmış. Hiçbiri yenilmez ya da kazanamaz. Çünkü ikisi de
düşünmüyor. Kılıçlar kendi ellerinde değil, iç rehberlerinin ellerindedir.
Düşünmeyen iç rehber. Ve biri hamle yapmadan önce, rehber bilir ve
savunmasını yapar. Bunu düşünemezsin, çünkü vakit yoktur. Karşındaki kalbini
hedef almıştır. Bir an içinde kılıç kalbine saplanacaktır. Ne yapacağını
düşünecek vakit yoktur. Onun içinde "kalbe sapla" düşüncesi oluştuğu zaman,
aynı anda senin içinde savunma hamlesi düşüncesi oluşmalıdır. Aynı anda;
hiçbir boşluk olmadan. Ancak o zaman savunabilirsin. Aksi halde ölürsün.

O yüzden meditasyon olarak kılıç kullanmayı öğretirler. "İç rehberini
serbest bırak. Düşünme. Bırak iç varlık ne gerekiyorsa yapsın. Zihninle ona
karışma." derler. Bu çok zordur, çünkü zihnimizle eğitilmişizdir.
Okullarımız, kolejlerimiz, üniversitelerimiz, bütün kültürümüz, bütün
medeniyet çizgimiz, kafamızı eğitir. İç rehberimizle teması kaybetmişizdir.
Herkesin doğuştan bir iç rehberi vardır. Ancak onun işlemesine izin
verilmiyor. Sanki felç geçirmiş gibi. Ama o, tekrar sağlığına kavuşabilir.

Beyninle düşünme. Gerçekten. Hiç düşünme. Sadece hareket et. Bazı durumlarda
dene. Zor olacaktır. Çünkü hemen düşünmeye alışmış olacaksın. Tetikte olman
gerekir. Düşünceye değil, zihnine içerden gelen duygu için tetikte
olmalısın. Bazen kafan karışabilir. Çünkü iç rehberinden mi, yoksa zihninin
yüzeyinden mi geldiğini anlayamayacaksın. Ama bir süre sonra o duyguyu
bilecek, farkı hissedeceksin.

İçten bir şey geldiği zaman, göbeğinden yukarı doğru gelir. Göbeğinden
yukarı akan sıcaklığı hissedersin. Zihnin düşündüğü zaman, o sadece yüzeyde,
yani kafadadır. Sonra aşağı iner. Eğer zihnin bir şeye karar verirse, onu
aşağı doğru zorlaman gerekir. Eğer iç rehberin karar verirse, içinde bir şey
köpürür. Varlığının derin çekirdeğinden zihne doğru yükselir. Onu zihin
alır, ancak zihinden değildir. Daha öteden gelir. O yüzden zihin ondan
korkar. Muhakeme için, o güvenilmezdir. Çünkü içten gelir. Hiçbir mantık ya
da ispat taşımaz. Birden zihinde kabarır.

Bazı durumlarda dene. Örneğin, ormanda yolunu kaybettin. Dene. Düşünme.
Gözlerini kapatıp otur. Düşüncelerden arın. Çünkü işe yaramaz. Nasıl
düşüneceksin? Bilmiyorsun. Ama düşünce öyle bir alışkanlık olmuştur ki,
hiçbir sonuca ulaşmasan bile düşünmeye devam edersin. Düşünce, sadece
bilinen şeyleri düşünebilir. Bir ormanda kayboldun. Bir haritan yok. Yol
soracak kimse yok. Ne düşünebilirsin? Ama hâlâ düşünüyorsun. O düşünce, bir
düşünce değil, sadece endişe olacaktır. Ve sen ne kadar endişelenirsen, iç
rehberin o kadar zorlanır.

Endişelenme. Bir ağacın altında otur ve bütün düşüncelerin dinmesine izin
ver. Bekle. Düşünme. Sorunu abartma. Sadece bekle. Düşünmeme haline
ulaştığını hissettiğin an, ayağa kalkıp yürü. Bedenin nereye doğru
yönelirse, gitmesine izin ver. Sadece tanık ol. Karışma. Kaybolmuş yol
kolayca bulunur. Ancak bunun tek şartı var. Zihninin karışmasına izin verme.

Bu, birçok kere bilmeden olmuştur. Büyük bilim adamları, ne zaman bir keşif
yapılsa, bunun zihin tarafından değil, iç rehber tarafından yapıldığını
söyler.

Zihnin tükendiği ve daha fazlasını yapamadığı zaman artık pes eder. O pes
etme anında içindeki rehber işaretler, deliller ve anahtarlar sunar. İnsan
hücresinin iç yapısını ortaya koyarak Nobel Ödülü kazanan kişi bunu
rüyasında gördü. İnsan hücresinin yapısını, çekirdeğini, rüyasında gördü. Ve
sonra, sabah kalkıp resmini yaptı. Kendisi bile bunun doğru olabileceğine
inanmadı. O yüzden üzerinde yıllarca çalıştı. Yıllarca çalıştıktan sonra
rüyasının doğru olduğuna kanaat getirdi.

Madam Curie ise bu iç rehber sürecini yaşadıktan sonra tekrar denemeye karar
verdi. Çözmesi gereken bir soru olduğu zaman, "Neden çabalayıp uğraşayım,
uyumam yeter," dedi. Güzel uyudu, ama bir çözüm yoktu. O yüzden şaşırdı.
Birçok kere denedi. Bir sorun olduğu zaman, anında gidip yatıyordu. Ancak
hiçbir çözüm çıkmıyordu.

Önce aklın tamamen sınanması gerekir. Ancak ondan sonra çözüm kabarabilir.
Başın tamamen tükenmesi gerekiyor. Aksi halde, rüya görürken bile işlemeye
devam ediyor.

O yüzden bilim adamları, bütün büyük keşiflerin, akılla değil, sezgiyle
yapıldığını söyler. İç rehberle bu kastedilir.

Başını kaybet ve bu iç rehberine atla. O oradadır. Eski yazıtlar, ustanın ya
da gurunun, dış gurunun, sadece iç guruyu bulmada yardımcı olabileceğini
yazar. Hepsi bu. Dış guru, iç gurunu bulmaya yardım ettikten sonra, artık
dış gurunun bir işlevi kalmaz.

Bir usta aracılığıyla gerçeğe ulaşamazsın. Bir usta aracılığıyla ancak iç
guruna ulaşabilirsin. Ancak ondan sonra bu iç guru seni gerçeğe götürebilir.
Dış usta sadece bir temsilci, bir yedektir. Onun bir iç rehberi vardır ve
senin iç rehberini de hissedebilir. Çünkü onlar aynı dalga boyunda
varolurlar. Aynı boyutta, aynı dalga boyundadırlar. Eğer kendi iç rehberini
bulursan, sana bakıp, senin iç rehberini hissedebilirim. Ve eğer ben, sana
gerçekten rehberlik edeceksem, benim rehberliğim seni kendi iç rehberine
götürmek olacaktır. Sen iç rehberinle temasa girdiğin zaman, artık bana
ihtiyaç yoktur. Artık tek başına hareket edebilirsin. Yani bir gurunun
yapabileceği tek şey, seni kafandan göbeğine, muhakemenden sezgi gücüne,
tartışmacı zihninden, güvenilir rehberine itmektir. Bu sadece insanlar için
geçerli değildir. Aynı şey hayvanlar, kuşlar, ağaçlar, her şey için
geçerlidir. Bu iç rehber vardır. Ve gizemli birçok yeni olgu daha
keşfedilmiştir.

Birçok örnek vardır. Örneğin, anne balık yumurtladıktan hemen sonra ölür.
Sonra baba, yumurtaları döller ve ölür. Yumurta, annesiz ve babasız kalır ve
olgunlaşır. Yeni bir balık doğar. Bu balık, anne, baba ve ebeveynlik
hakkında hiçbir şey bilmez. Nereden geldiğini bile bilmez. Ama bu balık,
denizin belirli bir bölgesinde yaşar. Ve yavru balık, anne ve babasının
yumurtlamak için yola çıktıkları bölgeye gider. Kaynağa ulaşır. Bu tekrar
tekrar yaşanmaktadır. Ve o balık yumurtlama zamanı geldiğinde aynı sahile
gelecek, yumurtlayıp ölecektir. Yani, ebeveynlerle yavruları arasında hiçbir
iletişim yok. Ama yavrular, bir şekilde nereye gitmeleri gerektiğini, nasıl
gideceklerini bir şekilde bilir. Ve asla yanılmaz. Onları yanlış
yönlendiremezsin. Bu konuda deneyler yapıldı, ama başarılı olmadı. Onlar
kaynağa ulaşacak. Bir iç rehber devrededir.
'
Sovyetler Birliğinde, kediler, fareler ve birçok küçük hayvanla çeşitli
deneyler yapıldı. Bir anne kedi, yavrularından ayrıldı ve yavrular bir
denizaltıyla denizin derinliklerine indirildi. Anne kedi, yavrularına ne
olduğunu bilemeyecek durumdaydı. Kediye kalp ve beyin etkinliğini ölçen her
türlü cihazı taktılar. Ve sonra denizaltıda yavrulardan biri öldürüldü. Anne
bunu anında hissetti. Nabzı hızlandı. Endişeli ve gergin oldu. Nabzı,
yavrusu öldürülür öldürülmez hızlanmıştı. Bilimsel cihazlar çok derin bir
acı hissettiğini belgeledi. Bir süre sonra, her şey normale dönünce, bir
yavru daha öldürüldü. Yine aynı değişiklikler görüldü. Üçüncü yavruyla da
aynı şey yaşandı. Her defasında yaşandı. Hem de aynı anda. Hiçbir zaman
dilimi olmadan. Ne oluyordu?

Bilim adamları, anne kedinin iç rehberi olduğunu söylüyor. Bu iç duygu
merkezi, nerede olursa olsun çocuklarına bağlı. Anında telepatik ilişkiyi
hissediyordu. İnsan anneler bu kadar hissetmez. Bu çok şaşırtıcı. Aslında
tam aksi geçerli olmalı. İnsan anne, evrimde daha gelişkin olduğu için, daha
çok şey hissetmeli ama hissetmez. Çünkü kafa her şeyi denetimine almıştır ve
iç merkezler felç olmuş durumdadır.
'
Ne zaman bir ikileme düşsen ve bir çıkış yolu bulamazsan, düşünme. Sadece
derin bir düşünmeme halinde bulun ve iç rehberinin sana yol göstermesine
izin ver. En başta korkacak, güven duymayacaksın. Ama bir süre sonra, her
zaman doğru sonuca ulaşınca, her zaman doğru kapıyı açınca, cesaretini
toplayacak ve güvenmeye başlayacaksın.

Bilgelik kalpten gelir. Akılla ilgisi yoktur. Bilgelik, varlığının en derin
noktasından çıkar. Kafaya ait değildir.

Kafanı kes. Kafasız ol ve varlığın yolundan git. Seni tehlikeye yöneltse
bile, tehlikeye gir. Çünkü sen ve gelişmen için gerekli yol budur. Onu izle.
Güven ve birlikte hareket et.

Osho.

28 Ekim 2008 Salı

Dilek Departmanı Çalışmayan Bir Tanrı İstemiyorum!

Nihayet yasak kalkmış! Müjdesini Virgilius'un yazısını okurken, Arzu pınar'ın yorumlar bölümüne bıraktığı mesajdan aldım:)) Herkese geçmiş olsun, tabii şimdilik!!

Gerçekten tuhaf bir durum oldu blogların kapatılması hali. Meğer ne kadar hızlı alışmışım aslında resmen tanışmadığım* bir insan topluluğuyla yazı üzerinden iletişim halinde olmaya:)) Çok kısa bir zamanda sadece ve sadece kelimelere güvenerek bir bağ oluşturabilmek gerçekten hoşuma gitti. Birinci yılın sonuna yaklaşırken, geri dönüp baktığımda bu blogu açtığım için çok memnunum. Huzurlarınızda Külkedisi'ne tekrar teşekkür etmek isterim:))

Neyse, Ateş'le bu sabah sohbet ederken Jake ve Fasulye Sırığı'nı anımsadım. Amma deli bu hatun aklı fikri 0-6 yaş arası dinlediği masallarda kalmış diyorsanız, kesinlikle haklısınız. Ama yemin ederim hayat, o masallların tekrar tekrar değişirilip önümüze sunulmasından gayrı bir halt değil. Şimdi halim yok da o yüzden örneklerle uzun uzun anlatamayacağım. Fakat inanın dönüp dolaşıp aynı hikayeyi didikliyoruz. Bazen iyi karakter oluyoruz, bazen kötü. Ama fondaki müzik* aslında hiiiiç değişmiyor. Mesela Virgilius'un hayatını peri masalına çevirecek sarışın kızı beklemesi bile masal değil de nedir? Haksız mıyım Virgilius:))

Gelelim gerçek dünyaya... Japonlarla ilgili yaşadığım hayal kırıklığının üzerine , Hüseyin amca da terk-i diyar eyleyince azıcık** sarsıldım. Nasıl mı mücadele ettim bu durumla? Bildiğim tek yolla: bol bol yemek yiyerek! Zaten bayramda ipler kopmuştu bende; kendimi glikozun büyülü dünyasında kaybetmiş, uçsuz bucaksız şekerleme havuzunda kulaç atmaya başlamıştım.

Elbette böyle olacaktı, masallar ve ejderhalar konusundaki inancım son gelişmeler karşısında epeyce ivme kaybetti. Yine de odamın tabanına yayılmış direnç kırıntılarını toparlayınca, Jake gibi bir fasulye sırığına tırmanıp boyut değiştirmek istedim. Beğendiğim bir masala sıçramak ve bildik tüm gerçekliklerin dışında yaşamak. İşte benim hayalim... Böyle bir hakkımızın olmaması hiç adil değil. Her ne istiyorsak cennette var! O da inançlı olanlara!!! Yoksa benim gibi inancı son nefesini yıllar önce vermiş biri için öyle bir umut da yok!

Niye delirmediğimi anlayamadım gitti. Hala niye direniyorum diye ciddi ciddi merak etmeye başladım. Tüpündeki hava çoktan bitmiş ama hala çimlene çimlene gezen inatçı bir dalgıcım sanki hayatta; ne yukarı çıkıp ikinci dalışa hazırlanıyorum ne de çimlenmekten vazgeçip şöyle Big Blue'daki gibi bir yunusun peşine takılıp havalı bir şekilde ölüyorum!

Bu filmin sonunu epey zamandır merak ediyorum. Ajdar'ın da dediği gibi sanırım hiç gücüm kalmadı... İttire kaktıra yazdığım bir masal, noel için hazırlamaya başladığımız ağaç süsleri ve glikoz: işte benden kalanlar! Ajdar bana göre çok şanslı, daha önce bahsetmiştim ya, onun dünya güzeli bir çan çiçeği var. Sophie!

Şimdi P.Özer ile buluşmaya gidiyorum. Muhtemelen "daha çok yaz" diyecek bana. Yarın Külkedisi "haydi yoga yapalım" diye ısrar edecek... Hepsi ama hepsi kocaman bir kandırmaca gibi geliyor. Oysa iyi niyetli nasihatlar bunlar...

Merak ediyorum, beni seven, beni yaratan o -sözde- tanrı*** nerede? Neden sorularıma cevap vermiyor? Yoksa dilek departmanından memur mu eksiltti kriz yüzünden? Cimri tanrı!




* Ne demekse resmen tanışmak!!??
** Azıcıktan kasıt 7.8 şiddetinde bir tusunami!
***Onu durmadan kışkırtıyorum, hani belki sahiden vardır ve bana kızıp tepeme bir yıldırım düşürür diye ama ya gerçekten ben haklıyım ve o yok. Ya da daha fenası beni gözden çıkardı!

27 Ekim 2008 Pazartesi

Yalnız ve Güzel Ülkem.

Nuri Bilge Ceylan, herkesin tanıdığı kadar tanıdığım ve bildiğim bir yönetmen. Yoksa, kendisi hakkında araştırma yapmış ve ardından doktora tezi yazmış değilim. Bende filmlerinden çok daha etkili olan, şüphesiz Cannes Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü alırken söyledikleriydi: "Ödülümü yalnız ve güzel ülkeme adıyorum"

Bu "yalnız ve güzel" ülkenin daha da yalnız ve daha da azınlık insanları olarak hala düşünmeye, okumaya ve yazmaya çalışan bir avuç blog yazarıyız şu sanal dünyada. Fakat ne hikmetse birilerini bu sessiz sedasız varlığımız bile bir şekilde huzursuz etmiş besbelli...
Sözün bittiği yer de burası olsa gerek. Dünden beri Arzu-Pınar'ın yorumunu okumaya ve yayınlamaya çalışıyorum. Fakat olamadı. Sistem o noktada kilitleniyor. Ve ben, ne yazdıklarını okuyabiliyorum, ne de teşekkür edebiliyorum.

Bu saçmalık ne kadar sürer, biz ne zaman yeniden duygu ve düşünce komşuluğu yapabiliriz gerçekten bilemiyorum. Ama yazmaya devam etmek lazım. Olmadı facebook ve gmail üzerinden yollarız birbirimize yorumlar bölümünde demek istediklerimizi.
Neyse, kızdım işte. Yalnız ve güzel bir ülkenin yaşayanı olmak bazen çok fazla geliyor...


Not. Diğer ülkelerden blog takip eden arkadaşlar paniğe kapılmasınlar, hala çarşaf giymedik! Ama korkarım az kaldı!!!

26 Ekim 2008 Pazar

Yağmurlu Gün.

Haftalardır vıdı vıdı söyleniyordum, hatta aylardır. Yağmursuzluktan içime sıkıntı basmıştı. Sanki yağmur yağacaktı ve benim bütün derdimi tasamı alıp denize bırakacaktı! Dün, bu tuhaf beklentiyle, neredeyse öğleden sonramın tamamını Ebru ile arabanın içinde, ha yağdı ha yağacak olan yağmuru kovalayarak geçirince azıcık sakinleştim. Sık dişini dedim kendime, bugün, bilemedin yarın donuna kadar ıslanacak bütün kent. Daha da komiği, beklemekten nefret ettiğim için, Beyoğlu'nda bir barda yapılacak doğumgününe gitmek yerine eve gelip uyudum! Üstelik saat olsa olsa 21.00 falandı. Elbette sabahın kör karanlığında açtım gözümü. Üstelik tam hayal ettiğim gibi bir sabaha uyandım; gri-mavi, yağmurlu ve ılık!

Yöneticimiz üşüyor olmalı ki kaloriferler yanıyordu. Oysa birazcık daha serin olmasını tercih ederdim odamın. Hafif üşüyerek uyanmak bana Bodrum'daki uzun kışları anımsatıyor... Öyle güzeldi ki...Pencereni açarsın, içeriye toprak kokusu dolar. Mandalinler yağmurla yıkanmış yeşil ağaçlarda altın gibi parlarlar... Annen kahvaltı hazırlar. O gün evden çıkılamayacaktır besbelli ama buna hiç üzülmezsin. Neden? Çünkü yüzlerce oyuncağın, binbir çeşit boya kalemin ve bahçenin sonunda sana hayaller kurduran bir kale vardır...

Neyse, kapıdan gazeteyi aldım, kahvemi yaptım ve bu sabahı en güzel seyredebileceğim koltuğa yayıldım. Bütün bu törensel işlerin başlaması ile bitmesi arasında olsa olsa yarım saat geçmiştir. Yani ayalardır özlediğim yağmurlu sabah ve ona dair aktiviteler hop diye bitti! Şimdi bana koskocaman bir gün kaldı. Al beni ne yaparsan yap diye gözümün içine bakıp duruyor. Şimdi hem yazıyorum hem de düşünüyorum nasıl başlasam diye.
Öncelikle parkta uzun bir yürüyüş yapılmalı, ardından kızlarla oynamak, dünden kalan haşhaşlı tatlıyı yemek ve kahve içmek iyi bir fikir olabilir. Arada, bir alış veriş merkezine uğrayıp azıcık kahve alınabilir, oradaki manasız kalabalığı görünce koşarak eve dönüp, pencere kenarındaki koltuğa saklanılabilir. Işığı az olan köşede biraz örgü örülür, bu eylem fazla evcil gelince kütüphaneden sevilen bir kitap seçilir. O arada Muse gelir, belki çay partisi yapılır. Hatta kışa merhaba için bir iki el okey oynanıp, salonun bir köşesi kahvehane tadında kullanılabilir.

Yani, kısadan hisse, bunca zaman içim hop ederek beklediğim gün ile toplasan bütün yapacağım bunlar ya da az buçuk benzerleri... Maalesef adaya gitmeye halim yok, ki zaten onu P. Özer ile perşembe günü yapacağız. T. Korkut bugün hayatta aramaz, muhtemelen akşamdan kalmadır ve mışıl mışıl uyuyordur. M. Ersan da kimbilir hangi partide söndürmüştür kandili:)) Kızlar mı? Onlar bugün bakım yaparlar, oda toplarlar ve haftaya işe giderken ne giyeceklerine bakarlar. Şahsen ben çalışırken öyle yapardım ve bundan nefret ederdim!
Zaten okunacak kitaplar birikmiştir... Aslında tam bira içip "ah ulen, ah" denirdi ya bugün. Hadi dokunmayayım size:))

Aaaa bir dakika, ben Eda Liza için slayt gösterisi yapabilirim bugün, ona Titrek'i göstereceğime söz vermiştim. Hem ona cadılar bayramına güzel bir şapka vaadinde de bulunmuştum. Arayıp bulayım bari, bakalım benim yarasalı şapkam nerede?


Not. Önümüzdeki hafta gayet önemli bir sürece giriyoruz. Neden derseniz; öncelikle Prusya Kralı'nın doğumgünü ve ardından Bağdat Caddesi'nde fener alayı var. Ah birde cadılar bayramı!

25 Ekim 2008 Cumartesi

Bir Tutam Bildik Hikaye.

Perşembe gecesi mevsimin ilk sıcak şarabı eşkiğinde Türk - Yunan yapımı bir film izledik. Açıkcası, teknik olarak ciddi bir hayal kırıklığı olan bu film, bence uzun bir hikaye olarak kalsaymış daha iyi bir tad bırakırmış. Neden derseniz, görüntülerle verilmek istenen her duygu film boyunca üzerinize bombardıman gibi yağıyor. Onca yılı anlatırken araya özlü sözler ve hayata dair tılsımlı bilgiler sıkıştırmak epeyce zahmetli olsa gerek diye düşünüp, bunalıyorsunuz. İzleyici bu zorlama ve gayret karşısında yoruluyor. Güzel fakat akmayan bir film kalıyor sonuçta. Üstelik görüntü için ayrılan sınırlı bütçenin sıkıntısı filmden sonra kalan en kötü his ne yazık ki.

Yine de güzel cümlelere vurgun olanlar, benim gibi bazı şeyleri attılar cebe şüphesiz. Mesela emekli kaptan dayı şöyle diyor yiğenine: "iki tür yolculuk vardır; haritalar üzerinde yapılanlar ve aynada yüzümüzü gördüğümüzde başlayan eve dönüş yolculukları... "

Benim hayatım yolcularla dolu. Bir kısmı harita üzerinde seyahat ederler, ki onlarla olan bağım araya giren yıllara ve yollara rağmen asla kopmaz. Diğerleri ise aynada yolculuk yaparlar; onlar hala ev nerede diye aramaya devam ediyorlar.
Ben? Her iki tür yolculuğu da severim. Hatta bunlara ek olarak, üstadın dediği gibi, "kan damarları boyunca seyahat" etmeye bayılırım. Fakat ilerleyen yıllarla, elde kalanın sadece somut geziler olduğunu görüyorum...

Ülkenin gerçeklerinden ve ondan fazlasıyla etkilenen kendi gerçeklerinizden bir nefes molası istediğinizde yapılacak en güzel şey yolculuk.
Yolculuğun türleri diye başlayıp konuyu dağıtmak istemem fakat, birinin kalbine yolculuk, eski hikayelere yolculuk, bilmediğimiz bir şehre yolculuk, aradığımız şeye/kişiye götüren yolculuk... Hepsi ne kadar anlamlı... Hatta çoğu zaman "varmak" kelimesinden çok ama çok daha gizemli değil mi "yolculuk"?

Bugün Cumartesi; ilham perim, annesi ve ben bir mutfak yolculuğu yapacağız. Haşhaşlı tatlı pişireceğiz! Gerçi dün gece yediğim acıbademlerden sonra hala tatlı krizinde değilim ama yine de mutfakta olacağım. Kokularla yapılan yolculuklardan birine bırakacağım kendimi. Belki geçen hafta Eminönü'nden aldığım lale kalıbıyla kurabiye de pişirebiliriz, kimbilir?

21 Ekim 2008 Salı

Gracias A La Vida...

"Ad perpetuam memorian… Adsum"*
Bu ne ya? Hayat, benimle dalga mı geçiyorsun. Geç bakalım. "Üzüntü müydü istediğin al sana en güzelinden" diyorsun. Peki. Korkmuyorum ki. Ben, dizlerinin üzerine kapaklanan ve "acımadı ki" diyen çocuğum, hatırladın mı? Ağlıyorum. Evet evet, kına yak bi tarafına. Ama üzüntüden değil, seninle göz göze gelince "gözüme çöp kaçtı" diyeceğim! Sen bana haz vermiyorsan, ben de sana vermeyeceğim! Didişe didişe nereye varacağız bakalım.

Hüseyin amca öldü dün akşam. Kocaman, neşeli ve benim sevdiğim bir adam... Hani şu, birlikte geçirilen her andan sonra içimizden "ölümsüzlük iksirinden içmiştir inşallah" dediklerimizden. Ama öldü. Karısı çok güçlü; hem ağlıyor, hem gülüyor. Kırkaltı yıllık evliliğin ardından hiç kolay olmasa gerek dik durmak... "1996 yılından beri hayatımın merkezinde yalnızca o vardı, şimdi nasıl yaşayacağım?" dedi. Ve dün Topkapı Sarayı'na bakan yaşlı çifti izlerken hissettiğim duygunun kıskançlık değil, derin bir hayranlık ve imrenme olduğunu anladım gözü yaşlı kadını dinlerken. Onları bir kez daha birlikte göremeyeceğimi düşününce çok canım yandı. Oysa zaman zaman yukarıdan gelen piano sesi ve birlikte söyledikleri şarkılar, hayatla aramı yumuşatan nadir iyiliklerdendi. İçimdeki hastalanmış ve inançsız cüce bile onların şarkısını duyunca, "bak Elvan, o kadar kötü değil, başaranlar var" diyordu.

Onlar neşe içinde şarkı söylerken, ben televizyonu kapatıp, kış bile olsa balkona çıkıyordum. Gözümde canlandırıyordum; pianonun başında, mutlu... Her şarkıda bir anıyla... Gülüyordum deli gibi, kendi kendime üzerime yağan notalara bakıp gülüyordum. Meğer ben dün akşam köprü altında göz yaşlarımı zapdetmeye çalışırken aynı dakikalarda o ölüyormuş. Şimdi anladım içimdeki delice ağlama isteğinin nedenini... İnsan ne tuhaf bir canlı! Sezgiler bazen inanılmaz ürkütüyor insanı...

Kadim sözlerden, beklemelerden, geri dönüp dönüp ağlayıp zırlamalardan fena halde sıkıldım. An, evet an dışında her şey yalan. Sokrates kadar akıllı değilim ama şükürler olsun ki bunu ne zamandır anladım; an ve anın biricikliği... Zamanın elle tutulamayışı. Hatta tutulamadığı için sevinmemiz gerektiği. Her dakikanın bizi bir sonraki maceraya taşımasına katılmanın hazzı. Denenmemişin gücüne inanmanın ve sürüden olmayanı tercih etmenin tek kişilik zaferi!

Bazı şeyleri biz seçiyoruz. Ne gibi mi? Issızlığımız gibi, herşeyden çok gerçeği istemek adına eski bir aşkı/yanılsamayı diri diri gömmek gibi. Sırf sürüden olmamak adına kazıklara bağlanıp yakılmak gibi. Hayat vaktinden önce söylenmiş sözlerinin kurbanı olan niceleriyle dolu. Neyse ki ünlü biri değilim ve tarih beni hatırlamayacak... Benden sonra yaşamaya devam edenler için ise kimbilir nasıl izler bırakacağım? Sokrates'in dediği gibi bu benim sorunum olmayacak! Herkes ne anladıysa onu anımsayacak. Ve aslında ben hiç biri olmayacağım ve hepsi olacağım. Ne saçmalık ama!

Yarın bir toplantım ve katılmam gereken bir cenaze var. Akşam eve döndüğümde Hüseyin amcanın hatırası için bir kadeh nane likörü** içerim. Yataktan kalkamadığı için bana verdiği rakı sözünü tutamadı... Ona kırgın değilim. İnanıyorum ki elinden gelse o benden daha çok isterdi birlikte rakı içmeyi. Zaten beni boşverelim, elinden gelse onu seven ailesi için azıcık daha yaşamaz mıydı?

Külkedisi sorup duruyordu ne zamandır "hazır mısın?" diye. Evet hazırım. Bugün aylardır sayıkladığım masalı yazmaya başladım. Ay'la göz göze gelen küçük bir balığın hikayesi... Daha bitmedi, fakat ilk cümleden sonrası sayfadan çıkıp, üç boyutlu oldu desem inanır mısınız? Sonra o şarkı çalmaya başladı, hani şu Cahil Periler filmindeki "Gracias A La Vida!"




* Sonsuzluğun anısına... Buradayım.
**İkimizin de en sevdiği likördü.


Kendini Seven Adam: Sokrates.

Sokrates kendi toplumu tarafından cezalandırılmıştı. Sokrates gibi insanların ceza- landırılması kaçınılmazdır, çünkü onlar bireydirler ve hiçkimsenin onlara hükmetmesine izin vermezler.
Ona zehir verilmişti. O yatakta yatıyordu ve ona zehir verecek adam zehrihazırlıyordu. Güneş doğuyordu; zaman gelmişti. Mahkeme tam olarak zamanı belirtmişti ama adam zehri hazırlarken vakti erteliyordu; Sokrates adama sordu, "Zaman geçiyor, güneş doğuyor, bu gecikme neden?"
Adam, ölecek olan birisinin kendi ölüm zamanı hakkında bu kadar titiz olabilmesine inanamadı. Aslında onun bu gecikme için müteşekkir olması gerekirdi.


Adam Sokrates'i seviyordu. Onu mahkemede duymuştu ve bu kimsenin güzelliğini görmüştü. Tek başına o tüm Atina'dan daha zekiydi. Birazcık dahageciktirmek istedi. Böylelikle Sokrates biraz daha fazla yaşayabilecekti. Fakat Sokrates ona izin vermedi. "Tembellik yapma, hadi, zehri getir," dedi.
Sokrates'e zehri veren adam, "Niçin bu kadar heyecanlısın? Yüzünde öyle birışıltı görüyorum ki, gözlerinde öyle bir merak görüyorum ki... Anlamıyor musun? Öleceksin!"
Sokrates, "Bu, bilmek istediğim bir şey. Hayatı tanıdım, o güzeldi; tüm kaygılarıyla, kederleriyle o hâlâ bir keyiftir. Yalnızca nefes almak yeterli mutluluktur. Yaşadım, sevdim; canım ne isterse yaptım, içimden ne geldiyse söyledim. Artık ölümü tatmak istiyorum. Ve ne kadar çabuk olursa o kadar iyi."

"Sadece iki olasılık var: Ya Doğulu mistiklerin söylediği gibi ruhum başka şekillerde yaşamaya devam edecek; bedenin yükünden özgür bir şekilde ruhun yolculuğunu sürdürmesi çok büyük bir heyecandır. Beden bir kafestir, onun sınırları vardır. Ya da belki de, materyalistler haklıdır; bedenin öldüğündeher şey ölür. Geride kimse kalmaz. Bu da - olmamak da - çok büyük birheyecandır! Olmanın ne olduğunu biliyorum. Ve olmamanın ne demek olduğunu bilme anı geldi. Ve artık olmadığımda sorun nedir? Niçin onla ilgili endişeleneyim? Endişelenmek için burada olmayacağım, o halde niçin şimdivakit kaybedeyim?"
Kendini seven adam budur. Ölüm sorumluluğunu dahi almıştır, çünkü mahkemenin ona karşı herhangi bir şeyi yoktu; bu sadece toplumsal bir önyargıydı, Sokrates'in zekâsının muazzam uçuşlarını anlayamayan sıradan insanlarınönyargısıydı. Fakat onlar çoğunluktaydı ve hepsi Sokrates'in ölümüne kararvermişti.
Onun tarafından öne sürülen tek bir iddiayı dahi yanıtlayamadılar. Zannediyorum onlar, onun ne dediğini bile anlamamışlardı. Yanıtlamak mevzubahis değildi. Ve o, onların tüm iddialarını çürüttü; yine de o bir şehir devleti demokrasisiydi. İnsanlar bu adamın tehlikeli olduğuna, ona zehir verilmesi gerektiğine karar verdiler.
Onun yanlışı neydi? Onun yanlışı şuydu: "O, gençlerimizi asi yapıyor; o,gençlerimizi şüpheci yapıyor; o, gençlerimizi yabancılaştırıyor; o, eskikuşakla genç kuşak arasında bir uçurum yaratıyor. Onlar artık bizidinlemiyor, onlar her şey hakkında tartışıyor ve bunun nedeni de bu adamdır."
Ancak, hâkimler sıradan insanlardan biraz daha iyiler. Onlar Sokrates'e,"Sana birkaç alternatif sunuyoruz, eğer Atina'yı terk edersen ve asla birdaha geri gelmeyeceğine söz verirsen kendini ölümden kurtarabilirsin. Ya daşayet Atina'da kalmak istersen, o zaman konuşmayı bırak, sessiz kal. O zaman biz insanları, senin yaşamana ikna edebiliriz. Aksi takdirde üçüncü alternatif şudur: Yarın güneş doğarken zehri içmek zorunda kalacaksın,"dediler.
Sokrates ne yaptı? "Zehri yarın ya da bugün almaya hazırım, zehir ne zaman hazırsa ama hakikati söylemekten vazgeçemem. Canlıysam son nefesime kadar bunu söylemeye devam edeceğim. Ve Atina'yı sadece hayatımı kurtarmak içinterk edemem çünkü o zaman kendimi ölümden korkmuş, ölümden kaçmış, ölümün sorumluluğunu alamamış güçsüz birisi olarak hissedeceğim. Ben kendi düşünceme, hislerime, varlığıma göre yaşadım; bu şekilde de ölmek isterim."
"Ve suçlu hissetmeyin. Kimse benim ölümümden sorumlu değildir, sorumlu benim. Bunun olacağını biliyordum çünkü yalanlara, dolanlara, yanılsamalara dayanarak yaşayan bir toplumda hakikatten bahsetmek ölmeyi istemektir. Ölmem için karar alan şu zavallı insanları suçlamayın. Eğer bundan sorumlu olan birisi varsa benim. Ve hepinizin bilmesini istiyorum ki kendi sorumluluğumu alarak yaşadım ve kendi sorumluluğumu alarak ölüyorum. Yaşarken bir bireydim. Ölürken bir bireyim. Benim için kimse karar veremez; kendimle ilgili, ben karar veririm."
Haysiyet budur. Bütünlük budur. Bir insanoğlu böyle olmalıdır. Ve şayet tüm dünya bu adam gibi insanlarla dolu olsaydı, bu dünyayı öylesine güzelleştirebilirdik, öylesine mutlu kılabilirdik, öylesine her şeyle zenginleştirebilirdik ki...
Ancak, birey kayıptır, o nedenle sen kendi sorumluluğunu almak zorundasın. Ancak, bunu sadece her ne isen kendini sevmeye başlarsan alabileceksin; varoluş senin bu şekilde olmanı istedi. Şayet varoluş başka bir İsa Mesihisteseydi onu yaratmış olurdu. Hıristiyan olmak çirkindir, Müslüman olmak çirkindir, Hindu olmak çirkindir.
Kendin ol, sadece kendin, basitçe kendin. Ve hatırla, basitçe kendin olduğunu ilan ederken çok büyük bir risk alıyorsun. Hiçbir kalabalığa, hiçbir sürüye ait değilsin. Bunların hepsi sürüdür: Hindular, Müslümanlar,Hıristiyanlar, komünistler. Bunun riskli olduğunu gayet iyi bilerek kendininbir birey olduğunu ilan ediyorsun. Kalabalık seni hiç affedemeyebilir. Ancak; risk almak, her adımın tehlikeli olduğu bıçak sırtında hareket etmek çok güzeldir. Ne kadar tehlikeli yaşarsan o kadar çok yaşarsın. Ve şayet bütünüyle, her şeyi riske etmeye hazırsan tek bir anın içinde tüm sonsuzluğu yaşamak mümkündür.
Ben senin bir iş adamı olmanı istemiyorum, ben senin bir kumarbaz olmanı istiyorum. Ve kumar oynarken her şeyi öne sür, bir sonraki an için hiçbirşeyi saklama. O zaman ne olursa olsun senin için muazzam bir rahmet getirecektir. Bir dilenci haline bile gelsen, varlığın bir imparatorunkinden çok daha haysiyetli olacaktır.


Erkek/ Osho / Ganj

20 Ekim 2008 Pazartesi

SAHİP OLMADIĞI BİR YAŞAM ÜSTÜNE...

GEÇEN YIL DOĞUMGÜNÜMDE HAYATIMIN EN ÇARPICI HEDİYELERİNDEN BİRİNİ ALMIŞTIM. GERÇİ ÇİÇEK DÜRBÜNÜM, DENİZCİ BLUZUM, CENK VE BİNGÜL'ÜN PİŞİRDİĞİ MUHTEŞEM YEMEK, YELKEN YAPARAK YEDİĞİM ÇİLEKLİ TART VE T. KORKUT' UN ARAMASI GİBİ BİRBİRİNDEN MUHTEŞEM HEDİYELERİN DE HAKKINI VERMELİYİM AMA O ANAHTARLIK VE ONDAN DAHA DA ANLAMLI OLAN İÇİNDEKİ NOT İNANILMAZDI: "... SAHİP OLMADIĞI BİR YAŞAM ÜSTÜNE DİLE GETİRİLEMEYECEK HAYALLERE DALMIŞ OLAN BİR ERKEK YA DA KADIN BİRDEN DÜZ BİR DUVARDA BİR KAPIYLA KARŞI KARŞIYA GELİR. BU KAPIYI AÇAR. KAPININ ÖTESİNDE O HAYAT VE O HAYATI DOĞAL KARŞILAYAN BİR ERKEK YA DA KADIN VARDIR ..."
ANNEM VE PERİ HANIM'LA GÜNÜN ORTASINDA BAŞLAYAN TARİHİ YARIMADA GEZİMİZ BOYUNCA BU NOTU, ARDINDAKİ MANAYI, İYİ DİLEĞİ DÜŞÜNDÜM. AÇTIM AJANDAMI VE ÇIKARTIP OKUDUM. O KADAR HASSASLAŞTIM Kİ, KENDİMİ ZAMANINDAN EVVEL YAŞLANMIŞ, SON GÜNLERİNİ YAŞAYAN HASTA BİR KADIN GİBİ GÜÇSÜZ HİSSETTİM...
NE YEDİĞİM YEMEKTEN NE DE İÇTİĞİM KAHVELERDEN HİÇ ZEVK ALAMADIM. FAKAT ZİYARET ETTİĞİM HER İKİ ARKADAŞIM DA "SENDE BİR GÜZELLİK VAR" DEDİLER İNADINA! SANIRIM ŞEKER BAYRAMINDA ALINAN ÜÇ KİLO MÜTHİŞ BİR SAĞLIK KATMIŞ GÖRÜNTÜME!!
HER ŞEY, O YA DA BU ŞEKİLDE GÜZELDİ ASLINDA, TAA Kİ GÜNÜN SONUNDA MUTFAK MALZEMELERİ SATAN DÜKKANDA SATICININ ELİME BİR BALIK VE BİR LALE KALIBI TUTUŞTURDUĞU ANA KADAR; VOLKAN COŞKUN TABLOLARINDAN FIRLAMIŞ BİR BALIK VE WINTERSON HİKAYESİNDEN SAVRULMUŞ BİR LALE. NEDENSE BURADA DA BİTMEDİ HAYATIN KABAK OYACAĞIYLA YOLUMU KESİP, ATLADIĞIM VEYA VAZGEÇTİĞİM ŞEYLERİ GÖZÜME SOKMASI. PERİ HANIM GALATA KÖPRÜSÜ'NDE OTURUP BİRŞEYLER İÇELİM DEDİ. ANNEM DE BAYILDI BU TEKLİFE. BEN? NE DİYEBİLİRDİM Kİ...
OTURDUK. SARAY BANA, BEN SARAYA KİLİTLENDİK HER ZAMAN OLDUĞU GİBİ. SONRA HAVA SERİNLEDİ, ÜŞÜDÜK VE İÇERİ GİRDİK. SAYFANIN ALTINDAKİ FOTOĞRAFTIR BENİ AĞLAMANIN EŞİĞİNE GETİREN. EĞER KARŞIMDA OTURAN ANNEM OLMASAYDI VE BENİM GÖZYAŞLARIM ÇOK UZUN ZAMAN ÖNCE EHLİLEŞİP İÇİME DOĞRU AKMAYI ÖĞRENEMEMİŞ OLSALARDI KATILA KATILA AĞLAYABİLİRDİM. BURNUMUN UCUNDA HİSSETTİM GELECEĞİMDE PUSU KURMUŞ HİKAYEMİ. DELİ GİBİ KISKANDIM BÜTÜN GÜN ALIŞ VERİŞ YAPIP EVE DÖNMEDEN EVVEL KÖPRÜDE SOLUKLANAN VE TEK KELİME ETMEDEN SARAYI SEYREDEN YAŞLI ÇİFTİ. EVET, DELİLER GİBİ KISKANDIM. HİÇ SAHİP OLAMAYACAĞIM ŞEYLERİ YÜZÜME YÜZÜME ÜFLEYEN BU GÖRÜNTÜYÜ BELKİ ACIMI HAFİFLETİR DİYE PAYLAŞMAK İSTEDİM. HEPSİ BU.

19 Ekim 2008 Pazar

O bir Kuyruklu Yıldızdı, Kaydı Geçti.

"Yıldızların bizim için parladığı anları göremeyen gözlerimiz, gün gelir, hayatımızdan kayan yıldızların gömüldüğü manzaraya kilitlenir.
Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak. Bazılarının gelecekte sandıkları "bir gün.." geçmişte kalmıştır oysa...."

Elli Parça'dan "AŞK", M. Mungan

Ve ekliyor Mungan, "her dönem kendi gözleriyle bakar, yazar....". Bu şu demek oluyor, bir süre daha benim kararsızlıklarıma ve içimdeki bakkal defterlerini kapatma hevesime katlanacak zavallı blog okurları. Ama bu yüzden blog yazıyoruz zaten değil mi? Günlükten fazla, ana haber bülteninden az olduğu için!

Euroweather yağmurlu bir gün müjdelemişti, oysa bakıyorum hava günlük güneşlik. Umurumda mı? Hayır, elbette değil. Bundan çok daha fazla canımı sıkan şey, evde kabartma tozu kalmamış olması. Yani kek yapabilmek için birinin markete gitmesi lazım ki, o ben değilim! Prusya Kralı da sabah erkenden kaçmış, okuldan arkadaşlarıyla kahvaltıya gidecekmiş. Bu durumda benim misafirim fırında eritilmiş peynirli kanepeler ve böğürtlen reçelli ekmekle idare edecek.

Bu sabah düğün günümü düşündüm. Nereden çıktı falan demeyin de, efendi gibi dinleyin. Özellikle bekarlar dinlesin: Tam böyle bir gündü, aslında altı yıl evvel bugündü; 19 Ekim 2002, günlerden Cumartesi. Bir gece önce fırtına kopmuş, Bitez'de ağaçlar kökünden sökülüp yolları kapatmıştı. İatanbul'dan yola çıkanlar dehşetli bir gece geçirmişlerdi otobüslerde. Yemek verilecek olan mekanın çatısı akmış ve dışarıya çıkartılan tüm masalar ıslanmıştı! Mandalin bahçesinde rakı hayallerimiz kelimenin tam anlamıyla suya düşmüştü... Daha da acıklısı nikah-koktely yapılacak mekan açık havaydı ve benim elbisem kolsuzdu!

Her şey, bir gece önce gördüğüm rüya da dahil olmak üzere, bu düğüne gitmemek gerektiğini işaret ederken, birden güneş açtı ve fırtına takviminin tam ortasındaki gün, muhteşem bir havaya döndü. Ben de yorum yaptım, zor başlayacak ama sonra her şey yoluna girecek diye...

Uzatmayalım. Sabahın köründe girdiğim kuaförden saat 15.00 gibi ancak kurtulabildim. Ömrümün en uzun kuaför salonu macerasıyla karşı karşıyaydım. Tek güzel tarafı salondaki tüm kadınların tanıdık olmasıydı. Sağolsun Ç. Mater herkesi hizaya sokmuştu. Ondan ciddi şekilde çekinen tüm kızlar, ne derse "hı hı" diyerekten pısmışlardı. Düğünden ziyade kostümlü parti havasındaydık. Kuaför salonu da kulis idi! Ben? Tarihimdeki en saltanatlı günün bitmesi için dua ediyordum! Ve herkesin gözü üzerindeyken hiç kolay değildi bir mucize için yalvarmak. Kurumayan ojeler, giymem gereken elbise beni ayrıca hasta ediyordu. Fakat oscarlık bir gelindim, durmadan gülümsüyordum. Zannedersiniz ki hayatımın en mutlu günü. Aslında bir anlamda öyleydi. Hani sevgilim deseydi ki "canım bak tüm sevdiklerimiz burada haydi bir parti verip sabaha kadar eğlenelim ama evlenmeyelim" İşte o zaman muhtemelen benim için gerçekten mutlu bir gün olacaktı. Boynuna atlayıp, sevinçle onaylayacaktım. Ya da "ne diyorsun sen ya, buraya kadar geldik, bitecek bu iş" diyerek gırtlağına çökecektim adamın. Zavallı, hep bu iki durumdan hangisi acaba diye telef oldu benimle....

Bu bir hortum gibidir arkadaşlar, kapılırsınız. Elbiseler, davetiyeler, yemekler, çiçekler, müzisyenler vs vs derken geri dönüşü olmayan bir köprüde yürümeye başlarsınız. Fantastik filmlerde iyilerin kıl payı kurtuldukları, altı cehennem alevleriyle kaynayan köprülerden birindesinizdir artık. Unutmayın, siz iyi karaktersiniz, üzerinizdeki muhteşem elbiseyle çocukluğunuzdaki masal kahramanları kadar güzelsiniz. İşi bozan tek şey saçınızın ardınız sıra uçuşmayıp, topuz yapılmış olması! Ah o tokalar!!!

Neyse, köprüye dönelim; siz ileriye doğru adım attıkça, ardınızda kalan yol çöker. İsteseniz de geri gidemezsiniz! Gerçi sonra köprü möprü görmeyip, hatta bu paraşüt açılır mı bile demeden atlarsınız ya, o bambaşka bir sahne. Bunu boşanma tarihim gelince anlatırım:))

Ben atladığımdan bu yana, yani altı senedir hala o kıyıda paraşüt dikmeye devam edenleri biliyorum. Asla atlayamazlar... Zaten atlamasınlar da, bu kadar düşünüyorlarsa vardır bir hikmet. Hani burada boşanmaya özendiren insan olmak istemem. Öyle davranırsam tüm evli arkadaşlarım kaçarlar benden!

Böyle evlendim ben. Bana iyi dileklerini sunmaya gelmiş sevdiğim onca insanı aynı gün içinde görmek dışında hiç bir anlamı yoktu. Ne müziği duydum, ne kenara yığılan paketlere baktım. Her şey anlamsızdı. Ama kasabanın gördüğü en güler yüzlü gelindim. İlerleyen saatlerde de en sarhoş!

O günden bana kalan bir kurutulmuş çiçek*, hazine gibi sakladığım bir nazar boncuğu ve çöpe attığım ama annemin geri alıp sakladığı - iyi ki de sakladığı - fotoğraflar... Gerisi kocaman bir hiç yığını.

Bugün bütün bunları anımsarken, yani "bu dönemim gözleriyle" bakarken, bütün içtenliğimle söyleyebilirim ki, iyi ki evlenmişim. En azından evde mi kalmış ya da neden evlenmemiş gibi saçma sapan sorulardan kurtuldum. Ayrıca dünyanın en iyi adamıyla evlendim ve yürümediğini gördüm. Denemeseydim hep bu şansı kaçırdığımı düşünecektim. Oysa benim kriterim yanlışmış... Artık gerçeği biliyorum.

Kuruma da hala inanıyorum. Fakat iyisi çok az evliliğin... Hani vergi kaçırmayan şirket neredeyse yok ya, onun gibi bir şey. Ama var, gerçekten başarılı olanlar var. Bakınız: Genco&Bingül, Mehmet&Semra, Altuğ&Agi, Meltem&Hakan, Aslı& Sedat...

Sonuç mu? İyi diye bir adamla evlenilmez. Fırtına takviminin ortasında sırf dolunay var diye de düğün günü seçilmez. Ayrıca evlilik kostümlü parti değildir, çok meraklıysanız kiralayın bir gelinlik iki tur atın evde ve rahatlayın. Son söz: Sakın saçınızı topuz yapmalarına izin vermeyin, gece sarhoş kafayla o tokalarla boğuşmak hiç eğlenceli olmuyor!



*Anneannemin bahçesinden getirilmişti çiçek ve Hatice teyzem onu bana verirken "bak, sana bahçenden çiçek getirdim" dediğinde gözümden yaş fışkırmıştı. Duygulandığım tek an buydu zaten. Gerisi senaryo gereğiydi...

17 Ekim 2008 Cuma

London Is Calling Me.


Mehmetus artık bu şehirde değil... O gideceğini söylediği günden bu yana benden bir parça da artık bu şehirde değil. İçime gitmek düştü bir kere. Kulaklarımda sekiz yıl öncesinden bir müzik, U2 avaz avaz bağırıyor: with or without you.... Londra'daki son evimde - Kilburn diye bir Irish mahallesinde yaşamıştım ki, pek eğlenceliydi!!! - , işten döndüğümde eğer evde kimse yoksa hemen U2 cd'mi dinlemeye başlardım. Komşular ve ev ahalisi dönmeden bangır bangır U2 dinlemek bana günün tüm yorgunluğunu unuttururdu. Ah Ah, ölmeden evvel bir konserlerine gidemezsem kesin gözüm açık kalacak!

Son günlerde rüyalarımda Covent Garden'daki dükkanlarda geziyorum; elimde bir kadeh şarap sokak müzisyenlerini dinliyorum. Camden Town'da Nepalli çocuklarla sohbet ediyorum. Bizim mahalledeki Irısh Pub'da Baykal'la bütün biraları deneyip, Sicilyalı çocukla hangimiz daha muhafazakar diye tartışıyoruz... Zavallı barmeni esir alıp ona Türkçe öğretiyoruz! Uykuya daldığımda sokak sokak oralarda gezip, sabah Kalamış'daki evimde açıyorum gözümü.

Bana iş yok bu şehirde, aşk da yok. Neden hala direniyorum bilmem. Oysa hemen gitsem, ruhumu Thames nehrinin bulanık sularında yüzdürsem, bir zamanlar aşık olduğum Polonyalı çocuğu bulup evlenmiş mi, kaç çocuk yapmış bir baksam.... Sonra onu neden terk ettim diye oturup dövünsem!

Belli ki orada da huzur bulamayacağım. Ama hiç olmazsa azıcık kaçabilseydim... Noel'de belki. Kimbilir? Lütfen Mehmetus benim için de gez. Soutwark'da muhteşem bir kilise yıkıntısı vardır, Gül penceresi olan... Neredeyse sadece dört duvar. Fakat nehrin kıyısındaki en gizemli yapılardandır.

Tuhaf bir kokusu vardır o semtin. Pazarı inanılmaz güzeldir, çok eski. İçinde taze meyva ve sebzeler satılan, üzeri vitrayla örtülmüş muhteşem bir pazar yeri.. Git ve oradan elma al, otur nehrin kıyısına afiyetle ye! Unutmadan, bunu mutlaka güneşsiz bir gün yap, o zaman daha gizemli görünüyor sokaklar...

Bazen hayatın hızına yetişemiyorum; işler tam yoluna girdi derken, raydan çıkmak her yıl daha zor gelmeye başladı bedenime. Eskiden bir saatte toparlanırdım, şimdi bir gün sürüyor. Bazen deli numarası yapıp çamura yatmak istiyorum. Ne güzel yahu, sabahtan akşama pijama&terlik gezmek, haftada bir kez banyo, önüme gelen üç öğün yemek ve güzel bir bahçeye bakan pencerem! Aslında hiç fena değil:))

Bu numara tutar mı emin olamadığımdan, bütün sabrımla B planını yaratmak için debeleniyorum. B planı kaçmak olmasın diye çırpınıyorum. Beni şu dünyada mutlu eden tek şehre kaçmak aslında o kadar kolay ki.. Ama o şehre kaçarken ardımda aşık olduğum şehri bırakmak var. Her başı boş turumda yeni bir yüzünü gördüğüm, yıllardır sevmekten bıkmadığım İstanbul'un kokusundan uzak baharlar, kışlar...

Hem sadece şehre değil içindekilere de bağlılığım var. Belki bu nedenle aşkı değil, alışkanlıklarını seçenleri en iyi ben anlamalıyım. Onlara en büyük anlayış benden olmalı. Benim olmayan küçücük bir kız için yerlerde yuvarlanan ben, çocuklarına hayatlarını feda eden ve kendilerine bağımlı kocalarıyla bir düzen sürdüren kadınları çok iyi anlayabilmeliyim. Seçimlerimiz aynı olmasa da, bakıyorum geldiğimiz noktanın paydasında birikenler aynı!

Eda Liza'nın büyümesini izlemekten bahsediyorum. Londra rüyalarımda cirit atarken bu küçük kız da boş durmuyor. Dün gece ona yıllar önce sahip olduğum kedileri (Titrek & Sürtük) ve kardeşimle yaptığımız yaramazlıkları anlattım.

O kadar eğlendi ki, her hikayenin en az beş kez tekrarlanması gerekti! Kelime gayet basitti: "bi daha!" Hoşuna gideni tekrar tekrar duymak istiyordu küçük hanım:)) Üç yaşındaki bu sevimli yaratık ile aramızdaki tek fark, benim artık "bi daha" diyecek gücümün kalmamış olması.

Yine de, O benim gizli güç kaynağım. Birlikte geçirilen saatlerden sonra bende de azıcık bile olsa "bi daha" enerjisi birikiyor. Korkum da burada başlıyor; bu tılsım ve benzeri gizli destekler olmadan yeniden Londra'ya dönmek ne kadar akıllıca olur? Of bilemedim.

16 Ekim 2008 Perşembe

Yanılsama.


Bugün büyük bir şair öldü, onun ölümü bana şiirlerini çok sevdiğim şair dostum H. Altınçekiç tarafından haber verildi. Ben gerçekten üzülmüş ve bir an için aslında neden bu kadar yorgun olduğumu bile unutmuşken, P. Özer'den yani uzaklardaki şair dostumdan mektup aldım. Bir haftada ikinci mektup bu ondan gelen. Her satırı gerçek, her satırı hayatı olduğu gibi kucaklayan, üstelik yazanın yerini ve zamanını gizleyen mektuplar bunlar... Kim derdi ki hiç istemeden oturduğum bir rakı sofrası bana yaşadığım şehirdeki en güzel kadınlardan birini kazandıracak?

Kadın arkadaşlar, hele ki otuzdan sonra yolumuzun kesiştiği kadınlar, akıl almaz bir içtenlik getiriyorlar hayata. Onların sözleriyle doğruluyorsunuz hasta yatağınızdan ve onların sözleriyle karşısında ölüm provaları yaptığınız aynaya bir şal fırlatıyorsunuz. Sırf bu sebeple çok kıymetliler. Eskiden, yaşadığınız her aşk hikayesini galaksideki en önemli olaymış gibi saklar ve kimselerle paylaşmazken ki saflığınızı, o kadınların da aynı hikayelerden geçtiklerini görerek asansör boşluğuna bırakıyorsunuz. Onca özel sandığınız dakikanın ve yere göğe sığdıramadığınız erkeklerin - ve elbette size aşk diye sundukları sahtekarlıkların - boyası dökülüyor etrafa! Vay be diyorsunuz, bu kadar da sahne makyajı olur mu? Evet olur, sizin bilmemeniz de gayet doğal. Siz oyuncu değilsiniz ki!

Bu kadınlarla cıvıldaşmak, sinemadaki Yeni Rakı reklamına benziyor; kah hüzünlü kah neşeli. Sihri gerçekliğinde. Bazılarıyla ruh ikizi gibi yakınsınız, bazılarıyla kelimelerle döşenmiş köprülerde yan yana... Hangisi daha kıymetli diye düşünmeden hepsini kucaklıyorsunuz. Hepsi sizden, siz de hepsinden bir parça taşıyorsunuz. Ne tuhaftır ki kadınlığınızı kadınlarla keşfediyorsunuz! Dünyanın en büyük gücü avuçlarınızda; farkındalık! Çok moda diye sevmiyorsunuz bu kelimeyi fakat, yarım düzine kadının birbirinin canını yakmadan yan yana durup, bunca yıkıntıyı kenara süpürebilmesi başka nasıl açıklanabilir?

Biri size tapınağınızdan sesleniyor kelimelerle; "akıllı ol" diyor, "kendini sevmeyen adamlar bizi sevemez" diyor. "Yazmak yalnızlıktır ama korkma" diyor. Ona inanıyorsunuz. Zayıf bedenindeki güçlü kalbine tüm hücrelerinizle inanıyorsunuz. Suda bile yanmaya devam eden ateş gibi bu kadın! Uçuşan duygularını kağıda mühürleme gücüne hayransınız.

Bir diğeri aynı şehirde, hala kül içinde etekleri. Hem sizi hem de kendini geçmiş yangınlardan kaçırıyor. Tozu dumana katıyorsunuz koşarken! Onunlayken ağlamıyorsunuz ama ağlamaktan da hiç korkmuyorsunuz. Size hep "hiç bir duygunun nihai olmadığını" tekrarlıyor. Son yangından savrulan bir mektubu okumadan ona veriyorsunuz bugün, "sakla diyorsunuz, güçlendiğimde bana okursun, ama şimdi değil"; mektubu yazan erkekten çok ona güveniyor olmanıza şaşırarak.

Şimdi hala ayakta kalmış ve yazıyorsanız bunu da bedeninizi güçlü tutan Cadı'ya borçlusunuz. Onun anlattığı gerçeklerle kendinize acımaktan sıyrılıyorsunuz. Gönlünüzün sarayında kahve içerken kıymet bilen ve parmak uçlarına basarak yürüyen ince ruhlu bu kadını tanıdıkça seviniyorsunuz. Gözleri çok güzel, gözleri hiç kaçmıyor!

Sonra mı? sizi bu noktaya iten hayata inat yatağa düşmeme kararı veriyorsunuz. Şu dayak yemiş gibi çökmüş olan omuzlarınız azıcık zencefil ve balla toparlanacaktır diye inanıyorsunuz. Ölümcül şekilde hastalanan kalbiniz, bu kadınlar sayesinde yarasının yanılsama olduğunu anlıyor! Galiba siz en çok buna seviniyorsunuz!

Fazıl Hüsnü Dağlarca...


Fazıl Hüsnü Dağlarca ölmüş... Üstelik ben kendisine sizin bu şiirinize bayılıyorum diyemeden...


DENİZ FENERİ


Uzanmış koca burun açık denize doğru,

Lacivert ve gri gecenin değerinde.

Karanlıkla başlar bir dünya sevgisi,

Deniz feneri parlar,

Talihe aldırmadan kayalar üzerinde.

Bulutlar birleşir alaca düzlüklerde,

Çöker uzak limanlardan bir sis.

Bir sıkıntı başlar karanlığında kaderin,

Bildirir, yanınca yanınca,

Ömrün neresindesiniz, aşkın neresindesiniz?

Yüreğin mi daralıyor, yıldız ışığında,

Bırak anılar gitsin biraz daha geri.

Ruhu götürmeden vakit yürüyebilir,

Düşün nasıl durmuş sabırla yüzlerce yıl,

Hep bu benekte bu deniz feneri.

Bak deniz savaşlarına, yaşlı korsanlara,

Uçan dalgalara, uyuyan rüzgara bakmış,

Bir tek göz kadar kara ve mavi,

Enginle boş, Kısmetsiz balıkçılara bakmış.

Saçlarında tuz kokan, ölü kokan bir serinlik,

Yüzünde bir fırtına tadı.

Durursun yorgun, umutsuz,

Birden bir daha yanıp söner, sevinçle titrersin,

Bir şey, belki de yaşaman uzadı.

15 Ekim 2008 Çarşamba

Hellboy

Burhan yaz başında vermişti seyret diye, unuttum gitti. Oysa Burhan önermişse dikkate almak gerekirdi... Tembellik işte. Aslında tembellik de değil, tamamen zamanlama hatasına kurban gitti Hellboy. Neyse, tanışmak bugüne kısmetmiş.
Havadan mıdır yoksa benim ruh halimden midir bilemedim ama erkenden uyanıp önce P. Özer'in güzel mektubunu bir kez daha okumak ve cevap yazmak*, ardından epeyce sürprizli bir iş görüşmesine gitmek iyi geldi. Hellboy, günün ikinci yarısına bonus oldu.
Benim çocukluğumda Güzel ve Çirkin diye bir dizi vardı. Oradaki Aslan Adam Vincent, fotoğrafını odamın duvarına astığım yegane film kahramanıdır. O zamandan bu zamana kimseyi sevememiş olan ben, bugün saat 17.00 itibariyle Hellboy'a karşı derin duygular beslemekteyim. Zaten burcumda bu ay aşk hayatımın renkleneceği yazıyordu, sanırım bunu kasdettiler!!!
Her iki kahraman arasında sadece fiziksel değil, ruhsal benzerlikler de var bence. Sarıp sarmalayan güçlü yapıları, güvenilirlikleri, iyi kalpli oluşları, bir tek kadını sevmeleri, insanlara yardım etmeye çalışmaları.. Gerçi Hellboy biraz kültür fukarası ve azıcık ego sorunu da var ama neyse ki onun bu durumunu görmezden gelmemizi sağlayan yakın bir arkadaşa sahip. Yine de içmek ve dağıtmak için inanılmaz güzellikte bir kütüphaneyi** seçmeleri, romantik aşk şarkılarıyla yere yıkılmaları gerçekten sevimliydi.
Filmin yönetmeni Guillermo del Toro inanılmaz karakterler ve akıl dışı güzellikte sahneler yaratmış. Bir pazar yeri var ki, gelmiş geçmiş en güzel Bruegel ve Bosch tablolarına meydan okumakta. Yarabbim ben de o pazardan alış veriş yapmak istiyorum, bana da prensesin elbisesinden*** alalım lütfen diye bağırmak geldi içimden. Muhakkak filmin dvd'sini alacağım ve sahneleri tekrar tekrar seyredeceğim. Zaten ben bu yönetmene Pan'ın Labirenti'nde bağlanmıştım. O filmi de üç kez seyrettim ve her defasında prensesin öldüğü ve babasının krallığına gittiği sahnede ağlamaktan telef oldum. Beni hiç bir gerçek, bir çocuğun inandığı masaldan kardeşinin hayatı için vazgeçmesi kadar ağlatamaz. Bu mümkün değil. İnsan masalı gerçek, gerçeği masal yapabilen bu zihinler karşısında ister istemez hayranlık duyuyor. Bana kalırsa masallar dünyasında dolaşan en şuursuz gezginlerden biri Guillermo del Toro.
Binlerce kez evrilip çevrilip sunulan sıradan bir hikayeyi, yani iyi ile kötü arasındaki savaşını ya da bir başka açıdan bakarsak insanlarla diğer yaratıklar(!) arasındaki savaşı, nasıl olurda bir bilgisayar oyunu mekaniğinden kurtarıp, üstelik klasik bale formatında manasız bir lirik anlatıma da bulaşmadan verebilir insan? Bence tek kelimeyle komik, düşündürücü ve zevkliydi. Herşeyden önce inanılmaz fiziksel görüntüdeki o tuhaf kahramanların yaşadığına inandırıyordu izleyiciyi, ki bence bu çok önemli. Ayrıca insanların bunca hoyratlıktan sonra olağanüstü kurtarıcılar tarafından korunmayı gerçekten hak edip etmediklerini de merak ettiriyordu. Hani kedilere nankör derler ya, bence insan ırkı nankörün önde gideni. Belki hepsi değil ama en iyimser hesaplamayla %80'i diyelim.
Kısacası Jack'de**** iyiydi ama ona karşı bir duygu beslememiştim. Fakat Hellboy olmuş. Seni aldattığım için kusura bakma Aslan Adam, ama bunca yıldır bekliyorum çıkamadın gitti o labirentten!
Önemli Not. Bu arada Vincent karakterini de Hellboy'u da oynayan aktörün aynı kişi olduğunu öğrendiğimde çok şaşırdım! Ron Perlman.
*Mektuplaşmaya karar verdik. Blog ahalisinden bu konuda özür dilerim. Belki ben dayanamayıp arada çalarım mektuplardan ve size getiririm üç beş cümle:))
** Bu kütüphaneyi Joe Black filminden anımsıyor gibiyim ya, neyse...
*** Ham ipek dokumalara benziyordu ve o kumaşların metresi 500 Ytl!
****Tim Burton kahramanıdır kendisi.

14 Ekim 2008 Salı

Japonlar, Londra, Roma Ya Da Koca... Bilemedim :))


Yaz ortasından bu yana çalışmayan bir insan olarak zamanla yarışıyorum. Kim kime daha fazla hükmedecek diye delice bir savaş var aramızda. Gören holding yönetiyorum ve arada üç çocuk bakıyorum zanneder!
Ben bunu hep yapıyorum; kazanamayacağımı bile bile savaşıyorum. İnadımdan, ona buna değil de daha çok kendime inadımdan bin parçaya bölünüyorum. Bazen tüm uzuvlarım şehrin orasına burasına dağılıyor da, gece olup yatağıma uzandığımda bana geri dönüyorlar gibi hissediyorum. Ancak böyle yaşadığımda içimdeki huzursuzluktan az buçuk sıyrılıyorum. Aksi durumda kulağıma abuk subuk şeyler fısıldayan iç sesimle başa çıkmam imkansız. Gavurun evladı iki dakika susmuyor. Vıdı vıdı yedi bitirdi beni. Amma fazla düşünmeye başladım geleceği, yoksa yaşlanıyor muyum ne?

Dün gece kitap okuyordum. Okudum, okudum ve iki üç sayfa sonra kendimi olmadık bir senaryo yazarken buldum! Gözlerim satırlarda, ben neredeydim acaba? Yuh dedim içimden, insan kendine bunu neden yapar? Japonlar Hakan'la anlaşamazsa ölecek değilim ya, en kötü ihtimalle Londra'ya dönerim. Olmadı Roma'da yaşarım, kime ne? Hatta Sapanca'ya yerleşip, Emine teyzenin oğluyla evlenirim. Kocam bakar bana, onun evcil insanı olurum:))

Yarın Burhan'la tarihi yarımada turu atıp bütün bu düşüncelerden sıyrılacağım. İstanbul'u ilk kez görüyormuş gibi bırakacağım kendimi gün ışığına. Yarabbim şükürler olsun güneş kremi sezonu geçti diye sevineceğim. Güzel bir Türk Kahvesi içeceğim, kitapçıda oyalanacağım. Hatta adama hala getirmediği kitaplar için serzenişte bulunacağım.
Perşembe günü de Beyoğlu'nda gezeriz. Film seyrederiz. Belki Mert'in yeni evine güle güle otur demeye giderim. Sonra? Sonrası İsis'e* emanet:))
*İsis, pek sevdiğimiz bir Tanrıça. Meraklıları için bakınız Mitoloji Sözlüğü, Azra Erhat.

12 Ekim 2008 Pazar

Kırmızı Balık Suya Döndü.


Hayatın önümden nasıl geçip gittiğini seyrettim penceremden. Gölün rengini değiştiren bulutlara uzun uzun baktım; gagasıyla bulutu çekiştiren minicik kuşun gücünü kıskandım... Aynadaki aksime diktim gözlerimi, yaşanmamış zamanın bıraktığı izleri kırgınlıkla seyrettim. O izler sadece nefes aldığım yıllarda işlenmişti yüzüme, üstelik iznim alınmamıştı... Sanırım ben en çok buna içerledim. Neşe hırsızlarına kaptırdığım yıllar için iki damla yaş akıttım. Fazla ağlamadım. Keder denizinde boğulma korkum var benim.

Verandada günün ilk kahvesini içerken korkularım kondu parmaklıklara. Hiç karşılanamamış - ve ne yazık ki karşılanamayacak - beklentilerim de pike yaptı onlara. Öylece baktım. Banaydı bu gövde gösterisi; madem kaçmıştım şehirden, mahkumdum aklın labirentlerinde seksek oynamaya!

Sembollerle geldiler karşıma, ne var ne yoksa döktüler eteklerinden... Kaleler düştü, kuleler saçıldı etrafa... Küçük bir kırmızı balık can çekişiyordu ayağımın tam yanında. Ne üzerine basıp öldürebildim, ne de onu göle kavuşturacak gücü bulabildim kendimde. Yüzleşme anının büyüsüne kapıldım, dondum. Bekledim.

Çıt yoktu ormanda, ev halkı uykudaydı. Sanki tüm dünya derin bir uykudaydı. Günün ilk ışıklarına ben uyanmıştım, Işık Krallığı'na giden yolu bir tek ben biliyordum. Hatırlayamıyordum ama seziyordum. Gözlerini ışığıma çevirmiş ve ben aramaktan vazgeçmişken bile, bana inanmaya devam eden kayıp prensesler* için, yolu bulmalıydım. Kendim için yaşamayı bile beceremeyen ben, küçücük bir balığı ölüme terkeden ben, kalan son gücümle hafızamın bahçesindeki zamanları taradım, içimdem yüzlerce mevsim geçirdim. Sonunda çok az bir yolum kaldığını müjdeledi rüyalarım. Rahatladım.

Asla benim olmayan, içinde huzur bulamadığım kaleleri onarmayı bıraktım. Top döktürmekten vazgeçtim askerlerime. Hendeğin suyunu boşalttırdım. Kulemden indim. Etten ve kemikten bir kale varsa şu dünyada o da bendim, kendim. Ve anladım ki bildiğim, inandığım tüm kaleler zaman içinde yıkılmıştı. Daha fazla harabelerde saklanamazdım. Yıkıntıların altından saçlarımı güçlükle kurtardım, yamulmuş bileziğimi düzeltip koluma taktım ve diğer her şeyi ardımda bıraktım.
Tam bir adım atmıştım ki, önümde bir zincir parladı; eski bir kolye. Zincir esareti çağrıştırdı, onu yerden almadım. İhtiyacım olan tek şey cesaretti. O da bende vardı. Korkak bir aşığın gerçek olmayan duygularının emaneti için eğilemezdim.

İçimdeki zamanlarda ve mekanlarda hesaplar kapanırken, parmaklıklara pike yapan beklentilerim ışığa yenildiler. Güneş yükseldikçe korkularımın gölgesi çekildi. Saçıma düşen yaprağı aldım, usulca bana ait olan odaya çıktım. Aynanın karşısına oturdum. Neşe hırsızlarının çalmayı unuttukları son gülümsemeyi dudağıma bıraktım. Arayışım, iç yolculuğum elbette bitmemişti ama dışımdaki yolculuk umudu tazeledi. Uyudum. Düşümde kırmızı balığı yerden aldım, çocukluğumun havuzuna attım!

Uyandığımda yatağımdaydım. Telefonum çaldı. Kahvaltı için aldığım davetin neşesine kapılıp hızlıca giyindim. Muhteşem bir kahvaltı sofrasından sonra, ayağımı Eda Liza'nın ayağının yanına uzatarak koltuğa yayıldım ve onun okuduğu masalların gölgesinde hayata katıldım:))
*Hepinizi çok seviyorum hanımlar....

Hatıranın Lanetlenmesi Gerekli Midir?

"Damnatio Memoriae" kavramını ve anlamının hatıranın lanetlenmesi olduğunu nasıl da unutmuşum, oysa tezimi yazarken Roma İmparatorluk Kültü ile ilgili kalın kalın kitaplar devirmiştim. Oku oku bitmemişti Allahsız imparatorluğun işleri. O dönem, çevirisi için yırtındığım makalelerin haddi hesabı yoktur. Fakat nedense jüriden kurtulur kurtulmaz dolaba tıktım ne var ne yoksa. Bir dönem Latince öğrenmeye kalmış biri olarak daha fazla önemsemeliydim bazı kavramları... Unutmamalıydım. Sayın Virgilius* bana hatırlattı sağolsun.
Bugün yelken yaparken; aylar sonra Piri Altuğ Reis ile rüzgara girip bedavadan kafa bulurken ve hafıza silerken aniden takıldı zihnime: "damnatio memoriae". Çünkü buz kutusundan bira alırken gözüme kamaradaki turuncu battaniyeye ilişti. Tekne benim olsa battaniyeyi ve bana anımsattığı herşeyi alır fırlatırdım denize ama gel gör ki benim değildi.

Geleceğine taşımak istemediğin ne varsa at, yak, yok et! Süper bir fikir. Yaşanmamış say, unut ve kendi sesinden bile bir kez daha duyma. Bir insanı ve ona ait hatıraları ancak yok saymakla yenebiliriz. Beslemeyerek, olduğu mağarada semirtmeyerek... Hatırasını lanetleyerek!

Amma akıllı bir yönetim Roma. Acaba Roma tarihi okuyarak hayatı çekip çevirebilir mi insan? Bilmiyorum. Ne hikmetse sürünmeyi tercih ediyoruz! Tam iyileştim derken, hastalıklı mıdır nedir dediğimiz insanlara benzediğimizi görüyoruz. Kendimizi onlar gibi davranırken yakalıyoruz. Bizi aşkının objesi yapan ama hayatında bir tek taşı bile yerinden kımıldatacak gücü olmayanları ağır bir dille eleştirirken, neden bir Romalı vatandaşın yapabildiğini becerip onları ve uyuşmuşluklarını unutamıyoruz? Maillerden silmek, telefondalardan silmek yetmez, daha fazlası yapılmalı; lanetlenmeli! Üzerinde düşünülmemeli, yazılmamalı, geleceği gölgelemesine izin verilmemeli. Korkaklıkları ve sahtekarlıkları eşe dosta anlatılmalı ki, geri dönüşün tüm yolları kapansın. Sıradanlıkları, ucuzlukları her fırsatta dillendirilip, günlük sohbetlere malzeme olmalı. Masal kahramanı değil, yüzbinlercesiyle aynı oldukları avaz avaz anlatılarak tüketilmeli. Belki ancak böylece hayal kırıklığının sızısından kurtulunabilir.

Belki ancak tüm bu sıradanlıkla yüzleşme çalışmalarından sonra lanetleme işine girişilebilir. Kolay olmasa gerek bir imparatoru ya da devlet büyüğünü - ya da eski sevgiliyi - birden bire yok saymak... Adım adım küçülmeli gözümüzde ve gönlümüzde... Değeri sıfırın altına düşünce de hakettiği yere yollamalı: unutulanlar köşesine!

Sonra, benzer hikayelerde kendini ve yaşadığını eşsiz sananlara anlatılmalı yaşadığımız. Neden? Aynı yanılgıya düşmesinler, bütün bu aşamaları geçmek zorunda kalmasınlar, bir turuncu battaniye ve bira şişesine cin çarpmış gibi bakmasınlar diye. Ve caaanım bir Pazar gününü deli saçması yazılarla sonlandırmak yerine, mutfağa gidip birşeyler hazırlasınlar, ardından da güzel bir film izlesinler diye :))

Hem zaten kasabanın cadısı gibi onu bunu lanetlemek yerine, yaptım bir eşşeklik ama neyseki çabuk uyandım diyerek, "dünyanın kalan yarısının" peşine düşmek daha doğru olmaz mı? Hayat zaten onlara** gereken cevabı verecektir, ayrıca Roma'dan bu yana hiç mi yol almadık? Ayıp oluyor.




**Biz lanetlemesek bile kendilerini sonsuza dek mutsuz olmaya hapsedenler.

11 Ekim 2008 Cumartesi

Dünya'nın Yarısını Arıyorum.


"Sapanca'dayım. Dört ay sonra aynı evde*, bambaşka bir ruh haliyle yatağa uzandım. Huzurluyum. Tüm tedirginliğim İstanbul'daki odamda kaldı. Canımı yakan, bana iyi gelmeyen tüm çözümsüzlüklerden, belirsizliklerden yeteri kadar uzakta bir ormanın ortasındayım...." diye bir yazıya başlayacağım ama bu gece değil. Bu gece canım Sapanca'da geçirdiğim üç günden bahsetmek istemiyor. Orada, o evde ve bana verilen odada neler düşündüğümden de konuşmak istemiyorum. Gölü, böğürtlenleri, sincapları.... anlatacağım. Sonra...

Dün gece, bozulan televizyon sayesinde - ki zaten çok az alakam vardır kendisiyle - kitaplarımı karıştırmaya başladım. Her rafı önlü arkalı iki sıra halinde kullandığımdan, bazılarını uzun zamandır elime alamamıştım... Geçenlerde M. Ersan'la hakkında uzun uzun konuştuğumuz Murathan Mungan'ın, Elli Parça: "Bir 2005 Kitabı" da onlardandı. Hani bazı satırların altını çizmiş olmasam, kitabı okuduğumu neredeyse unutmuşum. Aslında iyi ki çizmişim, çünkü harika bir özet geçmiş oldum böylece. İçimden yeniden okumak geldi kitabı. Sonlarına doğru bir yerde "iyi öpüşen bir sevgili dünyanın yarısı demektir" diyor. Haklı. Aynı lafı sevgili P. Özer de dediydi doğumgünümde. Ah bir de "aşk olmadan meşk olmaz" demişti ki, bence yılın lafıydı! Kadın boşuna şair değil, elbette o yumurtlayacak böyle sözleri.

Kısacası kitapla beraber şehre, şehirde bıraktığım ruh bunaltıcı yaz mevsimine hızlı bir dönüş yaptım. Elimde Murathan'ın kırık dökük kelimeleri ve can yakan gerçekleriyle/hikayeleriyle dizimdeki yarayı seyrettim. Artık kaldırılacak bir kabuğu kalmadı, çünkü kabuk düştü. Daha evvel de farkettiğim gibi sadece azıcık pembe yaranın yeri. Olacak o kadar, şunun şurasında kaç ay oldu ki yerden kalkalı? Hem her gün Gümüşsuyu'nda yüz üstü yere kapaklanmaz insan. Yirmi yılda bir kez olur... ( Hala düşünüyorum, acaba o gece telefonumun şarjı bitmeseydi bütün bu hikayeler nasıl gelişirdi? Sanırım asla öğrenemeyeceğiz... ) "Çok iyi geldi! Acımadı" dedim kendi kendime!

Nah acımadı, düştüğü zaman gözüne yaş dolan ama ağlamamak için keçi gibi inat eden ve "acımadı ki" diyen çocuklardan farkım yoktu, bal gibi de acımıştı. Hem de çok acımıştı. Şükürler olsun ki geçti. Yaralarını taze tutanlardan değilim. Çok hızlı iyileşir benim yaralarım, fakat nedense derimde iz kalır. Kalitesiz bir tenim var; beşinci sınıf insan derisi!

Neyse, konuyu dağıtmayalım. Murathan Mungan okumaları bana, şu tuhaf alemde yalnız olmadığımı, hemen hemen herkesin benzer yollardan o ya da bu şekilde geçtiğini anımsattı. Külkedisi'nin dediği gibi "iyimser olmaktan gayrı çare yok" idi. Ve Virgilius'un eklediği gibi: bu bir girdaptı! Şükürler olsun ki zaman zaman yollarımızın keşistiği insanlarla sakinleştirebildiğimiz bir hızı vardı girdaplarımızın... İnananların kitabı bile "oku" demişti. Bu durumda okumak lazım gelirdi. Yıl bitmeden anımsayamadığım ve okumaya fırsat bulamadığım Murathan kitaplarını bitirmeye karar verdim. Belki sihirli bir cümle eder de, dünyanın öbür yarısının ne olduğunu söyler. Malum iyi öpüşen sevgiliyi henüz** bulamadık, belki dünyanın diğer yarısı daha kolay elde edilebilir birşeydir:))

Önemli Not. Rodin'e gıcık oluyorum, Rose ve C. Claudel'e yaptıklarından dolayı ama bu heykel yeryüzündeki en inanılmaz eserlerden biri bence.


*Şuursuz Manda'nın Şuurlu Ailesi'ne(?) ait olan ve benim dostlarım tarafından kiralanmış muhteşem ev.

** Dikkatini çekerim Külkedisi "henüz" dedim yani umutlu ve iyimserim:)

9 Ekim 2008 Perşembe

Mektup

Sevgili Külkedisi,
Şehirden kaçtığım güne göre çok daha iyiyim. İşin aslı o gün de gayet iyiydim. Sadece beynim ve kalbim aynı anda kusunca, paniğe kapılıyorum. Sanırım olan biten bundan ibaret:))
Burada güzel bir odam var; göl ve orman manzaralı. Sakin. Geri döndüğümde tuttuğum notlardan epeyce zırvalama çıkar diye düşünüyorum.
Aslında hiç internete girmeyecektim ama sana iyiyim demek istedim. Ayrıca Virgilius'a da yolladığı güzel yazı için teşekkür etmeliydim.. Hani şu girdaplı olan:))
Yarın dönüyorum, ama saat kaçta belli değil. Üstelik cebimde güzel haberler var, yani sürprizlerle geliyorum. Fakat şunu söyleyip hem seni hem de kendimi rahatlatmak isterim; büyük bavulu bir süre daha kullanmayacağım.
Böğürtlen topladım biliyor musun? Üstelik reçel yapmayı da öğrendim. Bakalım tadını sevecek misin? Maviay, sen ve ben kahvaltı yapabiliriz Kuzguncuk'da? Gizlice reçel getiririm olmaz mı? Seni çok seviyorum, iyi ki varsın. Korkuttuğum için üzgünüm ama bak daha iyiyim. C.tesi görüşürüz. Sahi, saat kaçta Caddebostan'da oluyoruz?

6 Ekim 2008 Pazartesi

Mevsimsiz Düşüşler..


Dün gece başladım kuleden aşağıya yuvarlanmaya.... Önce düş sandım, sonra baktım ciddi ciddi düşüyorum. Düştüm, düştüm, düştüm... Hala da düşmeye devam ediyorum. Bu kez yere çarpmak istiyorum; her zaman olduğu gibi beş santim kala burnum kanamadan kurtulmak istemiyorum. Bu kez bütün kemiklerim kırılsın ve mümkünse aylarca alçıda kalayım lütfen. Ruhumu da alçıya alsınlar! Hazır yatmışken abuk subuk hayallerimi ameliyatla söküp atsınlar. Boş kalan yere akıl eklesinler biraz, mantık enjekte etsinler bol bol kanıma. Beni benden kurtarsınlar!

Aksilik gibi etraftaki kulelerden de düşenler var. Bu kez bana yardım edebilecek kimse yok gibi. Bende de frene basıp duracak ve onları kurtaracak güç yok! Havada asılı kalıyor bakışlarımız, fakat birbirimize değemeyecek kadar uzak ellerimiz....

" Birini bekliyorum" diyor güzel gözlü kadın, "tanımadığım ama dertleşebileceğim, sesini özlediğim birini". Akıllı biri bunu söyleyen. Deli değil, kesinlikle değil... Komada gibi sayıklıyor düşerken: "Birini bekliyorum, anlıyor musun?"

Diğeri elindeki kağıda birşeyler yazarak düşüyor, kuşlar var etrafında: "bu gece konuşamayacağım, afedersin" diyor bakışlarıyla.... Ağlıyor, ılık ılık hissediyorum yaşlarını... Biliyorum, ona yazıyor yine. Yazma diyorum içimden ama ben de yazardım... Anımsıyorum. Susuyorum.

Çok güzel saçları var... Zor bir hayatı. Elinde de minicik bir kız çocuğu. "Sen atlayamazsın" diyorum, küçük kızı işaret ediyorum korkuyla. "Benim de hakkım!" diyor... Bazen kiminle el ele olduğumuza bakamayacak kadar gözden çıkartıyoruz hayatı. Onu maalesef anlıyorum. Haklı.

Uzaklardan da bir atlayıcı geldi. Ama o beline ip bağlamış, düşmeyecek. Çok küçücük o, ama kalbi kocaman bir paraşüt. Gözlerime bakıyor, bakışlarımı kaçırıyorum. Onu görünce düşmeye hakkım yokmuş gibi hissediyorum. Ama var, herkes kadar benim de hakkın serbest düşüş!

Fon müziği yaptım düşüşüme: " Mevsimsiz Çiçekler..." Yola çıkarken bu cd mutlaka alınmalı... Yoksa vazgeçmekten korkarım!

Yolculuk Denemeleri...


Eşyalarımı toplamaya başladım... Vazgeçemediklerimi ayrıca bir kenara ayırdım. Hiç çaktırmadan ufak ufak toplanıyorum. Önce Sapanca'ya gideceğim; küçük bir yol denemesi. Sonra daha uzağa; büyük bir yol kararı...


Tam işler yoluna giriyor derken Amerika'daki harika gelişmeler bütün planları mahvetmiş olabilir... Bu durumda bana da kaçmak yakışır! Şövalyeler kalıp savaşsınlar, ama benim ne iş, ne de aşk için bir tek kalori bile harcamaya niyetim yok.


Mehmetus gidiyor diye çok kederliyim.... Ve çok sevinçli. Bana iyi gelen topraklar ona da iyi gelir inşallah. Londra'ya selam söyle Mehmetus, benim en sevdiğim zamanlarda orada olacaksın, önümüzde Cadılar Bayramı var ve ardından Noel... Çok eğlen lütfen!


Şimdi toparlanmaya devam... Küçük bir çanta hazırladım, büyük bavulun tozunu da aldım. İpler Hakan'da. Ya ölümüne çalışacağız ya da kaçacağız bu diyardan...

2 Ekim 2008 Perşembe

Bekleme Salonu Kabusu.


Fransızca bilmem, öğrenmeyi istemiştim fakat hiç başlamadım. Yine de hücre hafızamda yüzlerce Fransızca şarkı kayıtlıdır... Geçmişten gelen şarkılar...

Uzun zamandır geçmişi, kendi geçmişimi düşünmemiştim. Tıpkı geleceğimi düşünmediğim gibi. Geleneksel ve toplum tarafından takdir gören yoldan* saptım sapalı neredeyse hiç soru sormaz oldum gelecek hakkında. Zaten sorsam ne olacak? Kasandra geleceği biliyordu da ne oldu?

Ama sonunda dayanamadım; Symrna'da yaşayan bir kadın bana nereden geldiğimi ve adımın ne olduğunu anımsattı! Derin bir uykudan uyandırdı. Sanki yıllar önce ardımda kalan bir evde, eski eşyalar arasında unuttuğum kimliğimi verdi elime. Uzun uzun baktım, tekrar tekrar adımı heceledim. Neden bana Farsça bir isim verildiğini düşündüm. Adımın anlamını düşündüm. Adı kaderi midir insanın? Sonra sesler duymaya başladım derinlerden... Bana sesleniyordu biri ya da en hafifinden kafayı yemek üzereydim!

Zaman zaman kutulardan çıkan fotoğraflara, annemin hediyesi olan bileziğime, odamda asılı porselen çiçekli avizeme bakarken sezinlediğim her şey adımı tekrarlayan sesin kulaklarımda çınlamasıyla birlikte canlandı!

Bazen gündelik şeylere dalıp kendinizi unutursunuz; kilo alırsınız, saçlarınız uzar, cildiniz bozulur, bakışlarınız donuklaşır ve hatta yaşınız alır başını gider... Sonra aniden aynada biriyle karşılaşırsınız; "kimsin sen?" der gibi bakar. Siz de ona sorarsınız: "kimsin sen ?" diye. Ne güzel bir andır bu ya, kendini hatırlama anı! Salakça kaygılardan, başarısızlıklardan, sahte zaferlerden, gerizekalı erkeklerden, zevzek kadınlardan ve kendine söylediğin yalanlardan silkinme anı! Oh, derin bir oh çekersiniz, pek iyi gelir.

Tekrar bakarsınız aynaya, bir tek gözler tanıdık... Gerisi kocaman bir bilinmezlik. Bozuk para gibi harcamışsınızdır hayatı kimilerine göre. Öyle söyler geçmişin ve geleceğin turşusunu kuranlar!** Yorgun günlerinizde inanırsınız söylenene ama her dirilişinizde kaldığınız yerden devam edersiniz bildiğinizi okumaya. Yarısı gitmiştir hayatın, harcamışsınızdır. Kime ne?

Elinizdeki boş kavanozla kendi kendinize mırıldanırken sahneye biri girer, yüzünde garip bir tebessümle bir bardak su ikram eder: "İç, iç iyi gelir". Haklıdır. Susarsınız... Sudan bir koca yudum alıp, aynaya dönersiniz. Sırlıdır aynalar. Onlar da susar.

Nereden geldiğinizi anımsamak geleceğinize kesilmiş bir bilettir. İstasyonda kaybolmuş küçücük bir çocuk kadar şaşkınken, sizi bulunduğunuz noktaya getiren trenin peronuna dönmek - ki bu bir tek kelimeyle bile mümkündür - bundan sonra bineceğiniz treni seçerken rehberiniz olur. Eteklerinizdeki miskinliği silkeler ve gişeye doğru yürümeye başlarsınız. Şimdi yapılacak şey bir kent seçmektir.

Biraz daha zaman kazanmak - ya da kaybetmek? - için bekleme salonuna gidersiniz. Bu salonun kapısında kocaman harflerle yazar: Araf'a Hoşgeldin!*** Okuma yazma öğrendiğiniz güne düşman, ürperirsiniz... Kapılara, pencerelere ve aynalar takılır bakışlarınız. Tanıdık biriyle karşılaşmış gibi gülümsersiniz aynadaki aksinize. O da gülümser..

Kentler arasında seçim yapmak zordur... Altmış yaşında nerede ve kimlerle olmak istediğinizi pat diye söyleyebilirken, o zamana kadar harcamanız gereken yirmibeş yılla ne yapacağınızı bilmek çok daha zordur... Sanki cevap aynalardaymış gibi bakarsınız uzun uzun. Oysa aynalar sadece can yakar.

Salondaki dünya haritasının önünde durup, nerede yaşamak istediğinize karar vermek için sınırsız bir özgürlüğe sahipsinizdir. İlk kez, kendinizden başka otorite tanımayışınız ağır gelir. Sağa sola bakınırsınız, hiç değilse birisi fikrini fısıldasa, ya da filmlerdeki gibi ilahi bir işaret gelse diye hayal edersiniz. Gelmez... Gelmeyecektir. Kırılgan birşeye dokunurcasına elinizi harita üzerinde gezdirmeye başlarsınız. Belki eliniz biliyordur durması gereken yeri? Bilmez, o da bilemez.

Akıl ve kalp arasında gidip gelen varlığınızla ne kadar bekleyebilirsiniz o salonda? Ve beklemek aslında ertelemekten başka nedir ki aslında? Hayal kırıklıkları sizi gitmeye teşvik ederken, dostlarla tokuşturulan her kadeh ayrı bir prangadır yüreğinize. Onlarsız yirmibeş yıl... Daha iyi bir ülkede, daha iyi koşullarda, daha huzurlu yaşamak için? Yoksa tümden yitip gitmek için? Bilinmez...



*Evli, çocuklu, SSK'lı ve maaşlı!!!
**Zavallılar, bilmezler mi ki zamanın turşusunu kurmak mümkün değildir! Yoksa ben istemez miydim yedi yaşımın içine azıcık begonvil, birkaç zeytin, biraz deniz tuzu ve mandalin koyup saklamayı?
*** İnanışa göre güzel bir dağdır Araf, cennet ve cehennem arasında! Kararsızlık, askıda kalmak yeridir.